Amerika
Askeri uzay çalışmaları
İkinci Dünya Savaşı sonrası. Amerika’da kurumsal düzeyde ilk roket
çalışmaları 1940’ların başında başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman
V-2 füzelerinin yıkıcı etkilerinin haberini alan Amerikan ordusu, 1943 yılında California
Institute of Technology (Caltech)’e roketlerin silah potansiyelini tespit etmek
için bir çalışma yaptırmıştır. Frank Malina[1]
ve Hsue-Shen[2] teknik
yönetiminde yapılan bu çalışmada, ağır yük taşıyacak uzun menzilli füzelerin
teknik olarak fizibil olduğu sonucuna varılmıştır. Bu tespitin ardından
Amerikan ordusu füze Araştırma ve Geliştirmesi (ArGe) yapmak için henüz kurulan
Jet Propulsion Laboratory (JPL) ile
Galcit, General Electric ile de Hermes füzeleri
için sözleşme yapmıştır. Böylece resmi olarak ilk füze çalışmaları başlamıştır.
İkinci
Dünya Savaşı’nın ardından Amerikan ordusu Almanya’nın geliştirdiği V-2 füze
teknolojilerine sahip olmak ve bunları Hermes füzesini geliştirmede kullanmak
için, Mayıs 1945 yılında Paper Clips
adını verdiği operasyonu başlatmıştır. Bu operasyon kapsamında Amerika pek çok
V-2 parçası ve dökümanları, bir kaç ay sonra da füzeyi geliştiren teknik ekibi ve teknik direktörü Wernher Von Braun’u ülkeye
getirmiştir.[3] Getirdiği ekibi Alabama, Hunstville’ye yerleştirerek buraya
Army Ballistic Missile Agency (ABMA)[4] adını vermiştir.
Soğuk
Savaş dönemi. 1950’lerin başında Amerikan Hava Kuvvetleri (United
States Air Force [USAF]) ICBM çalışmalarını başlatmıştır. Ancak o yıllarda ICBM’ler
teknik olarak yeterli taşıma kapasitesine ve hedef-isabet etme kabiliyetine
sahip olmadığından, etkin bir silah aracı olarak görülmemiştir. Bu nedenle bu
alandaki çalışmalar, ArGe düzeyinde ağır bir tempoda ilerlemiştir taaki 1953 yılında H-bombasının başarılı testine kadar.
H-bombasının
atom bombasına göre iki önemli özelliği vardır: Daha hafif ve bin kez daha
yıkıcıdır. Hafif olması nedeni ile H-bombası ICBM’ler tarafından kolayca
taşınabilecektir. Ayrıca yıkıcı etkisinin çok yüksek olması nedeniyle
ICBM’lerin çok yüksek hedef-vurma hassasiyetine sahip olmasına gerek yoktur. Bu
iki özellik teknik açıdan ICBM’leri
basitleştirerek, mükemmel bir silaha dönüşmesini sağlamıştır. Bu olayın
ardından ICBM projesi hızlandırılmış ve Manhattan atom bombası projesinden
sonra ülkenin en büyük askeri projesi haline gelmiştir. Milyarlarca doların
harcandığı bu projede Atlas, Atlas’ın yedeği olarak Titan, Thor ve Minuteman
ICBM’leri, her biri ayrı bir firma tarafından geliştirilmiştir (Tablo 2-1.
Amerika’nın ilk roket çalışmaları). İlk Atlas testleri ise 1957 yılında
başlamıştır.
Amerika ICBM’leri
geliştirirken bir takım önemli yan ürünler de kazanmıştır. Bunların en başında
geliştirdikleri “yönetim metodları” gelmektedir. ICBM’ler ülkenin güvenliği
için çok kısa süre içinde geliştirilip konuşlandırılması gerektiğinden dolayı,
bunu sağlayabilmek için parallel geliştirme (concurrency), sistem
mühendisliği ve proje yönetimi metodları keşfedilmiştir.
Roket
|
Finansı
Sağlayan Kurum
|
Tasarımı Yapan
|
Üretimi Yapan
|
Tarih
|
Corporal
|
Army Ordnance
|
JPL
|
Firestone
|
1945
|
Aerobee
|
Navy Bureau of Ordnance
|
Aerojet Applied Physics
Laboratory
|
Aerojet
|
1946
|
Viking
|
Navy Bureau of Aeronautics
|
Martin/Naval Research Lab.
|
Martin
|
1946
|
Redstone
|
Army Ordnance
|
ABMA
|
Chrysler
|
1950
|
MX-774
|
Army Air Forces
|
Convair
|
Convair
|
1945
|
Atlas
|
Air Force Western Development Division (WDD)
|
Convair/R-W
|
Convair
|
1950
|
X-17
|
Air Force WDD
|
Lockheed
|
Lockheed
|
1954
|
Titan
|
Air Force WDD
|
Martin/R-W
|
Martin
|
1955
|
Thor
|
Air Force WDD
|
Douglas/R-W
|
Douglas
|
1956
|
Jupiter
|
Army Ordnance
|
ABMA
|
Chrysler
|
1956
|
Minuteman
|
Air Force Ballistic Missile
Division
|
Boeing/R-W
|
Boeing
|
1958
|
Polaris
|
Navy Special Projects Ofice
|
Lockheed
|
Lockheed
|
1956
|
ICBM proje yönetimi USAF, sistem mühendisliği ise Ramo-Woldridge (R-W) adında özel bir şirket tarafından yapılmıştır. R-W’nun teknik direktörü olan Simon Ramo’nun liderliğinde geliştirilen sistem mühendisliği metodları daha sonra sistem mühendisliğinin bir disiplin olarak benimsenmesine yol açmıştır.[6] Bu metodlar Apollo projesinde uygulanarak USAF’den NASA’ya geçmiş, buradan da 1970’lerdeki Spacelab uzay istasyonu projesi ile Avrupa’ya geçmiştir. Ardından bütün dünyaya yayılarak uzay ve pek çok ileri teknoloji geliştirmede kullanılan en etkin yönetim sistemi haline gelmiştir.[7]
Diğer yandan Soğuk Savaş’ın
başlaması ile birlikte SSCB batı dünyasından kendisini gizlemeye çalışmış ve
kapitalist ülkelerle arasında olabilecek her tür bilgi akışını engelleyerek,
kendisini adeta demir bir perde arkasına saklamıştır. Sovyet sınırları içinde
ne olup bittiğini bilmeyen Amerika, Pearl Harbour’da ani bir şekilde uğradığı Japon
saldırısında olduğu gibi yeni bir sürpriz saldırıya uğramaktan son derece
çekinmektedir. Bu nedenle Sovyet sınırlarını izleyerek, olası askeri tehditleri
önceden tespit edecek bir keşif sistemine ihtiyaç duymuştur.[8] Amerika bu ihtiyacını karşılamak için 1950’lerin
başında balonlu keşif sistemleri ve U-2 casus uçaklarını geliştirmiş ve
bunlarla Sovyet kıta sahanlığı üzerinde çeşitli uçuşlar yapmıştır. Ancak bu
uçuşlar gerekli bilgileri sağladıkları halde uluslararası hava yasalarına
aykırı olmaları nedeniyle politik olarak son derece tehlikelidir. Bu keşif uçuşlarının
Sovyetler tarafından tespit edilmesi, her iki ülkeyi sıcak bir savaşın eşiğine
getirebilecek politik krizler doğurabilir. Bu nedenle Amerika’nın daha güvenli
bir yola ihtiyacı vardır: Casus uydular.
1956 yılında Amerikan hükümeti
WS-117L[9]
adı altında gizli bir proje başlatmıştır. Bu projede üç farklı sistemin
geliştirilmesi hedeflenmiştir: Füze fırlatmalarını tespit etmek için erken uyarı uyduları, keşif yapmak için Corona ve Uydu-Füze Gözlem Sistemi (Satellite and Missile Observation System [SAMOS]). WS-117L bünyesinde geliştirilen uydular Şekil 2-1’de
verilmektedir. SAMOS projesinde Amerika dijital olarak görüntüleme ve görüntü
iletme teknolojisi geliştirmeye çalışmıştır. Ancak hedeflenen çözünürlük
kalitesine ulaşamayınca ve maliyetin de artması nedeniyle, projeyi 1970’lerin
başında iptal etmiştir. Corona programı ise başlamış ancak çeşitli nedenlerle
yeterli destek bulamadığından yavaş bir tempoda ilerlemiştir. Politik desteğin
yetersiz olmasının iki nedeni vardır: Birincisi Amerika yasal olmasa bile U-2
casus uçakları ile keşif uçuşları yapmakta ve bu yolla ithiyacını kısmen
karşılamaktadır. İkincisi Amerika bir uydu geliştirse bile onu yörüngeye koyması
bir sorun yaratacaktır. Uydunun Sovyet sınırları üzerinden geçmesine Sovyetler
sert tepki verebilir ve bu da politik krizlere neden olabilir. Bu nedenle
Amerika beklemeye ve uyduların ülkeler üzerinden geçişini meşrulaştırmak için politik
bir çözüm bulmaya çalışmıştır.
Fakat tüm bu planlar 1957 yılında
Sputnik-1’in fırlatılması ile
değişmiştir. Sputnik’in fırlatılması Amerika’yı hem sevindirmiş hem de endişelendirmiştir.
Sevinmiştir çünkü Sputnik’le SSCB, uyduların yörüngede ülkelerin üzerinden geçişini
meşrulaştırmıştır. Böylece Amerika kendi casus uydularını SSCB’nin tepkisine
maruz kalmadan rahatça uzaya fırlatabilecektir. Diğer yandan endişelenmiştir
çünkü Sputnik’i fırlatabilen Sovyet’ler, Amerika’nın tepesine nükleer bir bomba
da atabilecektir. Bu nedenle Amerika’nın süratle SSCB’nin kaç tane ICBM filosuna
sahip olduğunu ve bunların nerede konuşlandırıldığını bilmesi gerekmektedir. Bu
olayların ardından 1958 yılında WS-117L çok gizli olarak sınıflandırılmış ve
büyük kaynaklar aktarılarak ICBM’ler gibi ülkenin öncelikli projeleri arasına
alınmıştır. Sovyetler’i tedirgin etmemek için de Corona çalışmaları sivil bir
proje olarak tanıtılmış ve programın adı
da Kaşif (Discoverer) olarak değiştirilmiştir. WS-117L’de geliştirilen uydular
Lockheed[10]
ve TRW şirketleri tarafından üretilmiştir. Bu iki şirket daha sonra Soğuk Savaş
boyunca Amerika’nın casus uydularının üreticisi olmuştur.[11]
Corono programının yönetimi, Eisenhower
yönetiminin direktifi ile Amerikan İstihbarat Servisi (Central Intelligence
Agency [CIA]) ve USAF tarafından birlikte yapılmıştır. USAF uydunun
üretiminden, CIA ise uydunun işletilmesinden sorumlu olmuştur. Corono görüntülerinin
işlenmesi ve analiz edilmesi için de 1962 yılında Ulusal Keşif Ofisi (National
Reconnaisance Office [NRO]) kurulmuştur.
NRO çalışanları ve yöneticileri CIA ve USAF personelinden oluşturulmuştur.[13] Amerika’nın
Corono programının yönetimine, USAF’ın itirazlarına rağmen sivilleri de
getirmesi oldukça ilginç bir nedene dayanmaktadır. Eisenhower yönetimi casus
uyduların sadece USAF kontrolünde olması durumunda, USAF’in uydu
görüntülerinden üreteceği istihbarat bilgilerini (bilerek veya bilmeyerek)
abartarak daha çok askeri harcama yapabileceğinden endişe etmiştir. Bu olasılığı
önlemek ve bir nevi kontrol sağlaması amacı ile, CIA’yi de programa dahil
etmiştir.[14] Bu
arada NRO Soğuk Savaş boyunca çok gizli tutulmuş ve varlığı ilk defa 1992
yılında halka duyurulmuştur.[15]
Corona’nın ilk deneme uçuşu 21 Ocak 1959’da yapılmış ve oniki başarısız
denemeden sonra, 18 Ağustos 1960’da ilk görüntüler gelmeye başlamıştır.[16] Amerika’nın
Soğuk Savaş boyunca Corona programı için, 100 milyar ABD dolarının üzerinde
harcama yaptığı söylenmektedir.
Corona uydusunun çalışma
mekanizması şöyledir: Görüntüler uydunun içine yerleştirilen bir filme
kaydedilir. Film bittiğinde bir kapsül içinde uydu tarafından dünyaya geri
fırlatılır ve paraşütünü açarak atmosferde süzülür. Film daha sonra havada bir uçakla
yakalanır. Film bittiğinde yeni bir uydu fırlatılır ve bu işlem böyle devam
eder. Ancak her bir uyduyu geliştirmek ve fırlatmak çok pahalı olduğundan,
uyduların en verimli şekilde kullanılması gerekmektedir. Bu nedenle bulutlu
bölgelerin resimlerinin çekilmemesi gerekir. Bu ihtiyaçtan yola çıkarak USAF,
Savunma Meteoroloji Uydu Programı’nı (Defense Meteorology Satellite Program
[DMSP]) başlatmıştır. USAF’ın gözetiminde, Radio Corporation of America (RCA)
firması DMSP uydularını geliştirmiştir. Spin-stabilized yöntemi ile yön
kontrolünün sağlandığı ilk DMSP uydusu ise 1962 yılında fırlatılmıştır.
Amerika ICBM’lerin hedef-vurma
hassasiyetini artırmak için jeodezi uyduları geliştirmiştir. Bu uydularla
dünyanın şeklinden dolayı değişen yer çekimi ile bu değişimin füzenin rotası
(trajectory) üzerindeki etkisini tespit etmiştir. Füzelerin hedef-vurma
kabiliyetini artırmak için, füzelerin fırlatıldığı yerin ve hedef noktasının
coğrafik koordinatlarını da seyrüsefer uydularından temin etmiştir.
Seyrüsefer uydularının ilk
çalışma konsepti Johns Hopkins University/Applied Physics Laboratory (JHU/APL [Uygulamalı Fizik
Laboratuarı]) mühendisleri tarafından, 1957’de Sputnik’ten gelen “beep” mesajlarının analiz edilmesiyle
geliştirilmiştir. Daha sonra Amerikan Donanması seyir halindeki gemilerin ve füze
hedeflerinin coğrafik koordinatlarını belirlemek için, APL ile seyrüsefer
uydusu geliştirmek için 1959 yılında sözleşme yapmıştır. Böylece JHU/APL ilk seyrüsefer uydusu Transit-1’i geliştirmiş ve uydu 1960
yılında fırlatılmıştır. Ancak Transit uyduları yavaşça hareket eden gemiler
için kullanışlı olduğu halde, çok daha hızlı hareket eden uçaklar için kullanışlı
değildir. Bu nedenle Amerika tüm askeri birimlerin ihtiyacını karşılayacak
ortak bir sistem geliştirmeye karar vermiş ve böylece 1970’lerde bu günkü
Küresel Konumlama Sistemi (Global Positioning System [GPS]) projesini başlatmıştır.[17]
GPS hizmete girdiğinde konumlama hassasiyeti düşürülerek ticari kullanıma da
açılmıştır.
Amerika askeri haberleşme
ihtiyacını karşılamak için haberleşme uyduları geliştirmiştir. Askeri uydular
her tür koşulda çalışması gerektiğinden sivil uydulara göre daha çok güvenlik
gerektirmektedir. Örneğin haberleşme hattı dışarıdan müdahalelere ve nükleer
denemelerden dolayı yayılacak yüksek enerjili parçacıklara karşı korunmalı,
iletişim sinyalleri şifrelenmelidir. Bu güvenlik nedenlerinden dolayı, askeriye
sivil uydulardan kanallar kiralamak yerine kendi haberleşme uydularını geliştirmiştir. Ancak günümüzde Amerika
askeri haberleşme ihtiyacının bir kısmını ticari uydulardan karşılamaktadır.
İlk haberleşme uydu projesi Savunma Uydu Haberleşme Programını (Defense
Satellite Communications Program [DSCS]) 1960’larda başlatmış ve daha sonra
DSCS-II ve III serisi uyduları geliştirmiştir. Bir nükleer savaş olması ya da
uzayda bir nükleer patlama olması durumunda dahi haberleşme sağlamak için, Milstar haberleşme sistemini
geliştirmiştir.[18]
Amerika’nın geliştirdiği bir
diğer askeri sistem erken uyarı uydularıdır. 1960’ların sonlarına doğru
Lockheed şirketi WS-117L kapsamında kızılötesi kanalı kullanarak Füze Savunma
Alarm Sistemi’ni (Missile Defense Alarm System [MIDAS]) geliştirmiştir. MIDAS
bir ArGe uydusu olup amacı füzelerin fırlatma anını tespit etmektir. MIDAS
sistemi oldukça başarılı olmuş ve bu çalışmadan elde edilen birikimle Savunma
Destek Program’ı (Defense Support Program [DSP]) geliştirilmiştir. DSP sistemi
Birinci Körfez Savaşı’nda, Irak’ın Scud füzelerini tespit etmek için kullanılmıştır.[19] 1995
yılında Amerika DSP sisteminin yerine geçecek Uzay Tabanlı Kızılötesi Sistemi
(Space Based Infrared System [SBIRS]) adında yeni bir sistem geliştirmeye
başlamıştır. SBIRS programında sabit yörüngeye yerleştirilecek dört uydu, bir
yedek uydu, yer sistemleri ve iki adet casus uydu tarafından taşınacak
sensörler geliştirilmektedir. Program maliyetinin
başlangıçta 2 milyar ABD doları olacağı hesaplanırken, bu rakam 2004 yılında
9,9 milyar ABD dolarına çıkmıştır. Ayrıca uyduların fırlatma tarihlerinde de en
az altı yıl gecikme olacaktır.[20] Erken
uyarı sistemleri karşı tarafın füze saldırısını önceden tespit ederek, yapılan
saldırıya saldırı ile cevap verme imkanı sağladığından, nükleer caydırıcılık
yaratmış ve Soğuk Savaş’ın soğuk kalmasında çok önemli bir rol oynamıştır.
Amerika erken uyarı sistemine parallel olarak Balistik
Füze Önleyiciler de (Anti-Balistic Missiles [ABM]) geliştirmiştir. Ancak ABM geliştirmek ve
konuşlandırmak konusunda da iki görüş ortaya çıkmıştır: Birincisi savunma
gereklidir ve ahlaklıdır, bu nedenle ABM’lere devam edilmelidir. İkincisi ABM’lerin
varlığı silahlanmayı ve nükleer silahın kullanılması ihtimalini daha da
artıracaktır, bu nedenle bu çalışmalar durdurulmalıdır. 1970’lerde bu ikinci
görüş ağırlık kazanmış; SSCB ile Amerika 26 Mayıs 1972 tarihinde ABM
Antlaşmasını yapmışlardır. Bu antlaşma taraf ülkelerin en fazla yüz ABM füzesini
tek bir merkeze konuşlandırmasını öngörmüştür.
Bu ABM antlaşmasına karşın, 1983
yılında Başkan Reagan ABM taraftarlarının da lobisi ile stratejik savunma
projesi (Strategic Defense Initiative [SDI]) başlatmıştır. SDI projesinde uzay
ve yer tabanlı savunma teknolojileri alanında ArGe yapılmış ve 1987 yılında üç
ana uzay savunma konsepti belirlenmiştir. Bunlar: “Boost
Surveillance and Tracking Systems,” “Space Surveillance and Tracking
System” ve “Space Based Interceptor (Brilliant Pebbles).”[21]
Sovyetlerin dağılmasının ardından ise SDI projesi yavaşlamış fakat sonlandırılmamıştır.
Uzay ve savunma analizcilerine göre, SDI projesinin en önemli sonuçlarından
birisi de dolaylı olarak Sovyet ekonomisini zayıflatarak ülkenin dağılmasına
katkıda bulunmasıdır. Soğuk Savaş boyunca her iki ülke güç dengelerini
koruyabilmek için biri ne yapıyorsa diğeri de aynısı ya da benzerini yapmıştır.
Bu nedenle Amerika’nın SDI projesine, Sovyetler çeşitli sivil ve askeri uzay
projeleri ile yanıt vermeye çalışmış; bu da zaten zor durumda olan Sovyet
ekonomisini iyice zayıflatmıştır.[22]
Bu arada Brilliant Pebbles
kapsamında geliştirilen teknolojilerin testlerinin yapılması, ABM antlaşması
gereğince dünyada yapılması yasak olduğundan Ay’da yapılmıştır. Clementine sivil araştırma uydusu bu
amaçla geliştirilmiş ve uydu da Brilliant Pebbles’da geliştirilen
teknolojilerin çoğu kullanılmıştır.[23]
Amerika 1990’ların sonlarına doğru nükleer füze savunma sistemleri de geliştirmiştir.
Ancak Clinton yönetimi ABM antlaşmasına uymadığı için bu füzelerin
konuşlandırılmasını onaylamamış, kararı bir sonraki yönetime bırakmıştır.
İkinci Bush yönetimi ise Aralık 2001 yılında Kuzey Kore’nin yarattığı füze
tehditine karşı gerekli önlemleri alabilmek için ABM antlaşmasına taraf
olmadığını ilan etmiştir.[24]
Böylece ABM sistemi konuşlandırmadaki kısıtlama ortadan kalkmıştır. ABM
antlaşmasının fes edilmesi uzayın silahlanması konusunu gündeme getirmiştir.
Amerika’nın ABM sistemlerini konuşlandırması, diğer ülkeleri bu ABM hattını
geçebilecek daha güçlü silahlar geliştirmeye itecektir. Bu da sonuçta
silahlanmayı artıracaktır.[25] Bu
nedenlerle Amerika, AMB’den çekilmesi nedeni ile savaş karşıtı çevreler tarafından
çokça eleştiri almıştır. Amerika anti-uydu (Anti-SATellite [ASAT] sistemleri
üzerine de çalışmalar yapmıştır. Savaş sırasında ASAT’lar düşman ülkelerin en
kritik uydularını (ör. istihbarat, haberleşme, erken uyarı uyduları) çalışamaz
hale getirerek karşı tarafın askeri gücünü ciddi ölçüde zayıflatabilmektedir. Bu amaçla 1960’lardan itibaren ASAT çalışmaları da başlamıştır. SAINT (SAtellite
INTerceptor) 1960 yılında başlamış, fakat 1962 yılında teknik ve finansal
nedenlerle iptal edilmiştir. SAINT sistemi tamamlansaydı maliyeti o zamanın
değeriyle en az 1 milyar ABD doları olacaktı. Ancak SAINT çalışmalarından elde
edilen veriler, daha sonra Program 437’de kullanılmıştır. Program 437’de
geliştirilen ASAT’lar da 1964 yılında hizmete girmiştir. Bu programda
geliştirilen ASAT uydularında Mark 49
adında bir nükleer başlık bulunmaktadır. Bu nükleer başlık yok edilecek hedef
uydunun 5-mil ya da daha yakınında patlatılarak yaydığı nükleer enerji, hedef
uydunun elektronik sistemlerini bozmakta ve uyduyu bir daha çalışamaz hale getirmektedir.
Program 437 SSCB ile yapılan antlaşmalar nedeniyle 1972 yılında
sonlandırılmıştır.[26]
Günümüzde ASAT çalışmaları yoğun bir şekilde devam etmektedir.
Amerika uydu ve füze sistemlerinin yanı sıra deneysel
anlamına gelen X serisi insanlı hava-uzay araçları da geliştirmiştir. Bunlardan
ilki X-15, roket propelled hava-uzay aracı olarak tanımlanmakta olup, tasarımı
Langley Araştırma Merkezi (Langley Research Center), proje yönetimi USAF ve
aracın üretimi ise North American tarafından yapılmıştır. Toplam 199 test uçuşu
yapılmış; 47 mil irtifaya çıkarak ve saatte 4520 mil hıza ulaşarak iki tane de rekor
kırılmıştır.[27]
X-15’in ardından insanlı uzay araçlarının
bombalama, istihbarat, ASAT gibi potansiyel askeri uygulamalarını tespit
etmek için 1958 yılında DynoSoar
projesi başlamıştır. Martin ve Boeing firmaları tarafından geliştirilen DynoSoar, daha sonra Savunma Sekreteri
McNamara tarafından, fizibil olmadığı gerekçesi ile iptal edilmiştir.[28] Nedeni
ise DynoSoar’un yapacağı bütün misyonların,
uydularla çok daha ucuza yapılabilecek olmasıdır. Amerika günümüze kadar yüksek
hızda uçan pek çok X-serisi hava-uzay araçları geliştirmiştir.
1960’larda USAF uzay istasyonlarının saldırı ve
savunma amaçlı potansiyel kullanımlarını tespit etmek için MOL uzay istasyonu (Manned
Orbiting Laboratory) projesine başlamıştır. Ancak fayda-maliyet açısından fizibil
olmadığından, 1969 yılı Haziran ayında iptal edilmiştir. MOL’dan edinilen
teknik bilgiler daha sonra Skylab ve Uluslararası Uzay İstasyonu (International
Space Station [ISS])
projelerinde, DynaSoar’dan elde edilen bilgiler de
Space Shuttle’da kullanılmıştır.
İlk uzay savaşı: Birinci Körfez
Savaşı. Askeri uyduların ilk
operasyonel uygulamasının yapıldığı ve bu nedenle ilk “uzay savaşı” olarak adlandırılan
Birinci Körfez Savaşı’nda, askeri uzay teknolojilerinin stratejik öneminin
yanısıra, taktik önemi de ortaya çıkmıştır. Haberleşme, seyrüsefer,
meteoroloji, füze erken uyarı sistemleri ve keşif uyduları savaş sırasında
taktiksel ve stratejik olarak Amerika ve dostlarına büyük katkılar sağlamıştır.
Örneğin Amerika, DSP erken uyarı uyduları ile Irak’ın Scud füze saldırılarını
önceden tespit edebilmiştir. Bu uydular, böylece Amerika ve dostlarına erken
uyarı imkanı sağlamıştır. DSP’ler bunu şöyle başarmıştır: Scud füzeleri
kalkıştan hedefe ulaşana kadar yedi dakika harcamaktadır. DSP uyduları bu
sürenin ilk beş dakikasında füze saldırısını tespit etmiş ve saldırı bilgisini Amerika’nın
Colorado/Cheyenne’de bulunan Kuzey Amerika Uzay-ve-havacılık Savunma
Organizasyonu’na
(North American Aerospace Defense Organization [NORAD])
iletmiştir. Gelen veriyi analiz eden NORAD, füze saldırı bilgisini haberleşme
uyduları aracılığı ile Amerika’nın Ortadoğu’daki birlik ve dost ülkelerine
iletmiştir. Böylece beşinci dakikadan itibaren dost ülkelerde Irak’tan bir füze
saldırısı olduğunu dair sirenler çalmaya başlamıştır. Bu sirenler insanlara,
gelen füzelere karşı korunmak ve daha güvenli bir yer bulmak için iki dakikalık
bir süre kazandırmıştır. Ayrıca Patriot ABM’leri ile Scud füzelerine karşı da
bir savunma ağı oluşturulmuştur. Toplamda DSP uyduları sayesinde Amerika ve
dostları bu savaşta daha az zarar görmüştür.[29]
Haberleşme ve DSP uyduları kadar
GPS seyrüsefer uyduları da savaşta çok önemli bir rol almıştır. Savaşta GPS’lerle
askeri konvoylar kendi konumlarını sürekli olarak tespit edebilmiştir. Ayrıca
gemi ve uçaklar GPS ile donatılarak hem kendi konumları hem de vuracakları hedeflerin
konumlarını tespit etmiştir. Ancak çok ilginç bir şekilde GPS’in bu kullanım
alanlarının bilinmesine karşın, Amerikan birlikleri savaşa sadece toplam bin
adet GPS alıcısı ile birlikte gelmiştir. Ancak savaşın başlaması ile birlikte beklemedikleri
bir şekilde GPS ihtiyaçları 13.000 adete çıkmıştır. Askeriye bu kadar talebi kısa süre içinde
karşılayamadığından dolayı, sivil GPS alıcıları satın almak ve kullanmak
zorunda kalmıştır. Hatta bu nedenle Amerika GPS uydularına askeri şifreleme
uygulayamamış; böylece Irak’ın da savaş sırasında GPS’den faydalanmasına olanak
sağlamıştır.
Savaşta DMSP meteoroloji uyduları
da savaş operasyonlarının planlanmasına büyük katkı sağlamıştır. Yapılan
hesaplara göre DMSP uyduları sayesinde Amerika, Körfez Savaşı’nda 250 milyon
ABD doları tasarruf sağlamıştır.[30]
Birinci Körfez Savaşı’nın ardından bütün dünyada uzayın askeri önemi artmış;
askeri uzay pazarı büyümeye ve bu sistemler için diğer ülkelerden talepler
artmaya başlamıştır.[31]
Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve uzayın
kontrolü. Birinci Körfez
Savaşı’ndan altı ay kadar sonra, SSCB dağılmış ve Soğuk Savaş sona ermiştir. Bu
değişimle oluşan yeni dünya düzeni dengeleri içinde uzayın askeri açıdan
taktiksel önemi ön plana çıkmış, Amerika’da uzayın kontrolü tartışmaları
gündeme gelmiş, uzay-savunma harcamalarında tasarruf sağlayacak yöntemler
geliştirilmeye çalışılmış ve ikili kullanımlı teknolojiler yaygınlaşmaya
başlamıştır.
Amerika’nın uzayda pek çok sivil,
askeri ve ticari uydusu bulunmakta ve bunların çalışır durumda olması, Amerika
için çok büyük ekonomik ve askeri önem taşımaktadır. Özellikle GPS, haberleşme
ve meteoroloji uyduları dahil uzaydaki sistemlerin zarar görmesi, sadece
Amerika’yı değil dünyadaki pek çok ülkeleyi olumsuz etkileyecektir. Bu nedenle Amerika’nın
bu uydulara bağımlılığı arttıkça, bu sistemlerin düşman ülkeler için hedef olma
olasılığı da artmıştır. Dolayısıyla Amerika, bu sistemlerin mutlaka korunması
gerektiğine inanmakta ve bunun için de uzayı kontrol etmesi gerektiğini
düşünmektedir. Bununla ilgili olarak Amerika’da, ülkenin uzayda etkin güç
olması gerektiği konusunda askeri çevrelerce görüşler bildirilmekte ve bu
konuda ortak bir politika oluşturulmaya çalışılmaktadır. Uzayın kontrolü
tartışmaları, İkinci Bush Yönetimi sırasında gündeme gelmiştir.[32]
Soğuk Savaş sonrasında uzay
harcamalarında tasarruf sağlamak için Amerikan yönetimi, DMSP ile National
Oceanic and Atmospheric Administration (NOAA) sivil meteoroloji uydularını
birleştirmiş, ortak National Polar-orbiting Operational Environmental
Satellites (NPOES) sistemini geliştirmiştir. 1994 yılında uygulamaya konulan bu
sistemle, Amerika’nın 1,6 milyar ABD doları tasarruf sağlayacağı
hesaplanmıştır. Halihazırda 2001 yılı itibari ile 670 milyon ABD doları
tasarruf sağlanmıştır.[33]
Bu ortak sistemden askeri ve sivil kurumlar birlikte faydalanmaktadır. Ayrıca USAF
haberleşme ihtiyacının bir kısmını ticari uydulardan kanallar kiralayarak
karşılamaktadır.[34]
Böylece önemli miktarlarda tasarruf sağlanmıştır. Körfez Savaşından günümüze
kadar Amerika’nın askeri amaçlı ticari haberleşme uydularını kullanım oranı
sürekli artış göstermektedir.[35]
Ayrıca Soğuk Savaş’tan sonra
Amerika bazı ikili kullanımlı teknolojileri ve bu teknolojilerden elde edilen
hizmetlerin yabancılara transferi konusunda daha esnek davranmaya başlamıştır.
Bu yaklaşımın nedeni Soğuk Savaşı’ın ardından azalan savunma harcamaları ile
gerileyebilecek olan havacılık-ve-uzay endüstrisini güçlü tutabilmek için yeni
kaynaklar yaratmaktır. Görünürde bu yaklaşım bazı teknolojilerin yayılımına
neden olsa da, toplamda Amerikan uzay endüstrisine yeni pazarlar yaratarak, bu
alandaki teknolojik liderliğini korumasına önemli katkı sağlamıştır.[36]
Sivil uzay çalışmaları
Sputnik, 1957. 4 Ekim
1957 yılında SSCB tarafından fırlatılan Sputnik-1
Amerika açısından ülke güvenliğinin ve uluslararası arenada kapitalist sistemin
yeterliliğinin sorgulandığı politik ve yaşamsal bir sorun yaratmıştır. Amerikan
halkı Sputnik’i uzaya fırlatabilen SSCB’nin uydu fırlatma araçlarını kullanarak
Amerikaya nükleer bomba atacağından korkmuş ve halk arasında büyük bir panik
başlamıştır. Amerikan hükümeti ise SSCB’nin uzay alanında gösterdiği bu başarının
dünya devletlerinin komünist rejimin bilimsel ve teknolojik ilermeye kapitalizmden
daha elverişli olduğunu düşünmelerine yol açabileceğinden dolayı endişe
duymuştur.[37] Dünyada
böyle bir düşüncenin hakim olması, komünizmin yayılmasına, dolayısıyla kapitalizmin
sonunun gelmesine neden olacağından Amerika için büyük bir tehlikelidir.[38]
NASA’nın kuruluşu. Amerika Sputnik olayına askeri ve
politik düzeyde yanıtlarını vererek ülke güvenliğini güçlendirmeye ve dünyada
Amerika’nın prestijini artırmaya çalışmıştır. Bu kapsamda yaptığı girişimlerden
birisi de 1958 yılında Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi’ni (National
Aeronautics and Space Administration [NASA]) kurmasıdır.[39]
NASA sıfırdan kurulmuş bir kurum olmayıp, Amerika’da halihazırda havacılık,
roket ve uydular üzerine çalışmalar yürüten sivil ve askeri araştırma
merkezlerinin bir araya getirilmesi ile oluşturulmuştur. 1915 yılında kurulan National
Advisory Committee for Aeronautics (NACA), araştırma laboratuarları (Langley, Ames
ve Lewis Araştırma Laboratuarları) ile birlikte NASA’nın çekirdeğini
oluşturmuştur. Daha sonra NACA-Langley Araştırma Laboratuarı’ndan bir grup yönetici ve
mühendis 1962 yılında Houstan’a gönderilerek burada bugünkü Johnson Space
Center kurulmuştur.
Caltech kampüsünde yer alan ve o zamanlar sadece füzeler üzerine çalışmalar
yapan JPL de NASA’ya katılmıştır. Ancak JPL organik olarak hala Caltech’e bağlı
olup çalışanlar maaşlarını buradan almaktadır. NASA ile ilişkisi ise NASA’nın
projelerini yapmasıdır. NASA’ya katılan bir diğer kurum da ABMA’dır. ABMA orduya
bağlı askeri bir birim olup, çalışanların çoğu Alman roket uzmanlarından
oluşmaktadır. AMBA daha sonra bugünkü Marshall Spaceflight
Center olmuştur. Geliştirilen
roketleri fırlatmak için AMBA’dan bir grupla daha sonra Kennedy Space
Center kurulmuştur. Naval Research
Center ’da Amerikan
Donanma’sına bağlı bir araştırma merkezi olup, uydu ve roket sistemleri üzerine
çalışmalar yürütmüştür. Naval
Research Center
bugünkü Goddard Space
Flight Center ’ın
çekirdeğini oluşturmuştur.[40]
NACA kuruluşundan itibaren
havacılık alanında ArGe yapmış, havacılık endüstrisinin karşılaştığı teknik
problemlere çözümler getirmiştir. 1950’lerde ise yürüttükleri X-1 ve X-15 gibi
süpersonik uçaklar ve roket çalışmalarından esinlenerek, NACA-Langley
mühendisleri insanlı uzay uçuşları üzerine ArGe yürütmeye başlamışlardır. Bu
ArGe çalışması daha sonra NASA’nın kurulması ve uzayın bir propoganda yarışına
dönüşmesinin ardından, hükmetin direktifi ile Mercury projesine
dönüştürülmüştür. Mercury sistemi ICBM savaş başlığından geliştirilmiş yaşam
kapsülü ile bu kapsülü yörüngeye taşıyacak Atlas roketinden oluşmaktadır.[41] Mercury-5 Mayıs 1961 yılında Alan
Shepard’la ilk başarılı insanlı uzay uçuşunu yapmıştır.
Apollo programı. 1961
yılının başında Amerika’nın prestiji iki önemli olayla sarsılmıştır. İlkinde
Sovyet kosmonot Yuri Gagarin
12 Nisan 1961 yılında uzaya çıkmış ve bu nedenle SSCB uzayda büyük bir başarı daha
kazanmıştır. İkincisinde SSCB Küba’ya gizlice orta menzilli füzeler (Intermediate
Range Ballistic Missiles) yerleştirmeye başlamış ve Amerika casus uçakları ile
durumu tespit etmiştir. Bunun üzerine Küba’ya Bay of Pigs çıkarmasını yapmış, fakat çıkarma fiyasko ile sonuçlanmıştır.
Her iki olay sonucunda büyük prestij kaybeden Amerika, durumu düzeltmek için ya
da en azından durumun yarattığı vehametin etkisi ile, SSCB’yi prestij açısından
büyük farkla önüne geçebileceği bir proje arayışına girmiştir. Böylece Apollo
projesi başlamıştır. Apollo projesi kararı bazı ön araştırmaların neticesinde
alınmıştır. Amerika önceden Sovyetlerin uzay yeteneklerini incelemiş ve onları
sadece Ay’a insan gönderme yarışında yenebileceğini tespit etmiştir. Ay’a
insanlı yolculuk yapmak devasa büyüklükte roketler ve çok ileri teknoloji
gerektiren uzay araçları gerektirdiğinden, o zamanın şartlarında bu sistemleri
kısa sürede geliştirmek teknik ve yönetimsel açıdan çok zordur. Bu nedenle bu
sistemleri daha kısa sürede geliştirebilen Ay’a ilk giden olacak, dolayısıyla
bu başarıdan gelecek prestiji de o kazanacaktır.
Amerika’nın insanlı uzay uçuşları
alanındaki deneyimi ve teknolojisi, Ay’a insanlı yolculuk için yeterli
olmadığından, Mercury’den Apollo’ya kolayca geçiş yapmasını sağlayacak bir ara
projeye ihtiyaç duyulmuştur. Gemini projesi bu şekilde ortaya çıkmıştır. Gemini
ile Amerika uzay yürüşleri, yörünge değiştirme, uzayda birleşme (docking) gibi
Apollo için gerekli yetenekleri geliştirmiştir. Gemini ve Apollo projeleri aynı
zamanlarda başlamıştır. Ancak 1960’ların ortasına gelindiğinde Apollo
projesinde proje yönetimi hatalarından kaynaklanan büyük maliyet artışları
olmuş ve proje takvimi uzamaya başlamıştır. Bu sorunlar Kennedy’nin koyduğu
1970’den önce Ay’a ayak basma hedefini büyük risk altına aldığı gibi maliyeti
de yükseltmiştir. Bu sorunların çıkmasının nedeni NASA’nın böyle büyük ölçekte
bir proje yönetimi deneyiminin olmamasıdır. Bu dönemde USAF, ICBM projesinde
etkili proje yönetimi yetenekleri geliştirmiştir. Bunun üzerine NASA, USAF’dan
hem proje yönetim metodlarını transfer etmiş hem de USAF’ın bu alandaki güçlü
isimlerini Apollo projesinde kritik görevlere getirmiştir. Bu transferler ve
George Muller’in Apollo’da her bir alt-sistemi ayrı ayrı test etmek yerine,
sistemi komple bütün olarak test etme (all up testing) yöntemini geliştirmesi
ile proje kontrol altına alınmıştır.
Apollo’nun Ay’a iniş yapabileceği
yerleri tespit etmek için JPL tarafından bir dizi robotik ve gözlem uyduları
geliştirilmiştir. Bunlar arasında Ranger, Lunar Orbiter ve Surveyor uyduları
yer almaktadır. Ranger 1959 yılında, SSCB ile yarışın bir parçası olarak
geliştirilmeye başlamış ve Apollo programının başlaması ile birlikte de hız
kazanarak Ay misyonunun bir parçası haline gelmiştir. JPL tarafından yürütülen
Ranger projesinde çok büyük yönetim hatalarından dolayı arka arkaya altı
başarısız deneme olmuştur. İlk iki Ranger, fırlatma aracının başarısız
olmasından dolayı, diğer dördü de uyduların kendisinden kaynaklanan hatalar
yüzünden başarısız olmuştur. Yapılan incelemeler, Ranger’da proje yönetiminin
ve sistem mühendisliğinin gereklerinin uygulanmadığını (aslında o zamanlar bu
yöntemler henüz keşfedilmekteydi) göstermiştir. Proje yönetimindeki temel
hatalar düzeltildikten sonra JPL, Ranger uydularında başarı elde edebilmiştir.[42]
Apollo projesinde yapılan
çalışmalar sonuçlarını vermiş ve 20 Temmuz 1969 yılında Neil Armstrong Ay’a
ayak basarak Amerika’ya büyük prestij kazandırmıştır. 1969 ile 1972 yılları
arasında Ay’a başka yolculuklar da gerçekleştirilmiştir. Bu misyonlarda Ay
hakkında pek çok bilimsel keşifler yapılmış ve dünyaya incelenmek üzere pek çok toprak örneği
getirilmiştir. Apollo projesi dünya uzay
tarihinin en büyük projelerinden birisi olmuştur. Projede yirmibinden fazla alt
yüklenici ile üçyüzbinden fazla kişi çalışmış[43]
ve bu günün değeri ile yaklaşık 120 milyar ABD dolarından fazla para
harcanmıştır. Apollo’nun
ardından Satürn roketinin (Apollo uzay aracını fırlatan roket) bazı gövde
parçalarından Skylab uzay istasyonu
geliştirilmiştir. Skylab için yaklaşık
2,5 milyar ABD doları harcanmıştır. Amerika ayrıca uzayda SSCB ile
“Soyuz-Apollo” buluşmasını gerçekleştirmiştir.
Haberleşme uyduları. 1960’ların
başında kamusal amaçlı haberleşme ve meteoroloji uydu projeleri başlamıştır.
Ekonomik geitirileri nedeni ile NASA’nın yanısıra özel şirketlerden de
haberleşme uydularına büyük ilgi olmuş; ilk aktif haberleşme uydusu Telstar, AT&T’nin Bell
Laboratuar’ında geliştirilerek 1962 yılında NASA tarafından fırlatılmıştır.
NASA ise uydu üreticisi firmalar ile sözleşmeler yaparak haberleşme uyduları
alanında ArGe’ler yaptırmıştır. Bu kapsamda RCA fiması Relay, Hughes Aircraft
Company firması da Syncom haberleşme uydularını geliştirmiştir. Bu sırada
AT&T firması ekonomik gücü ve teknik yetenekleri ile uydu haberleşmesi
sektörünü ele geçirecek kadar ilerlemeye başlamıştır. Kennedy hükümeti ise AT&T’nin
haberleşme uyduları alanında iletişim hizmeti üreten tek firma durumuna
gelerek, pazarın monopolik bir yapıya dönüşmesinden büyük endişe duymuştur.
Sektörde tek bir üreticinin olması (monopoly), serbest pazar felsefinin prensiplerine
göre ülke kaynaklarının verimsiz kullanımına neden olduğu için tercih edilen
bir durum değildir. Bu nedenle Kennedy hükümeti 1962 yılında Communications Satellite Act yasasını
çıkarmış ve ComSat adında, halkın ve diğer haberleşme şirketlerinin de hisse sahibi
olduğu yeni bir şirket kurmuştur. Haberleşme uydularından verilen hizmet bu
şirketin tekeline verilmiştir. Daha sonra ComSat, uluslararası INTELSAT şirketinin kurulmasını
sağlamıştır. INTELSAT’ta ComSat hissesinin fazlalığı sayesinde, Amerika 1970’lerde
dünyadaki haberleşme uydu sektörünü kontrol edebilmiş ve bu sektörde lider
duruma gelmiştir.[44]
Meteoroloji uyduları.
1960’larda meteoroloji uyduları da geliştirilmiş ve kamusal hizmet vermeye
başlamıştır. RCA firması tarafından geliştirilen ilk meteoroloji uydusu TIROS-1 1961 yılında fırlatılmıştır.
1970 yılına kadar sekiz tane TIROS serisi ve sekiz tane Environmental Science
Services Administration (ESSA) serisi uydu fırlatılmıştır. ESSA uyduları da
yine RCA firması tarafından geliştirilmiştir. 1970’lerde ayrıca daha ileri
teknolojiler içeren NOAA ve Geostationary Operational Environmental Satellites
(GOES) serisi meteoroloji uyduları ve INTELSAT şirketi kanalı ile de Amerikan
firmaları tarafından INTELSAT serisi haberleşme uyduları geliştirilmiştir. Bu
günkü Space Systems Loral’in önceki sahibi olan Ford Aerospace, INTELSAT’ın
bazı uydularını ve GOES uydularını geliştirmiştir. RCA firması ise NOAA serisi
uyduları geliştirmiştir. Meteoroloji uydularını geliştirmek için NASA ve NOAA
kurumu birlikte hareket etmiştir. Meteoroloji uyduları NASA kontrolünde,
ana-yükleniciler tarafından geliştirilmiş ve NOAA tarafından işletilmiştir.
Uzay Mekiği ve fırlatma sektörü. Apollo projesinin sona
ermesinin ardından NASA, Apollo gibi büyük ölçekte yeni proje arayışlarına
başlamış ve hükümete çeşitli proje önerilerinde bulunmuştur. Bunlar arasında
100 milyar ABD dolarlık Mars’a yolculuk, oniki astronotun yaşayabileceği
uzay istasyonu, nükleer enerji ile çalışan roketler, Ay yörüngesinde hareket eden
uzay istasyonu yer almaktadır. Fakat pahalılığı, ülkenin içinde bulunduğu
sosyal ve ekonomik koşullar ve Amerika’nın Apollo ile politik hedeflerini
gerçekleştirmiş olması nedeniyle bu projelerin hiç birisi politikacıların
ilgisini çekmemiştir. Ayrıca 1970’lerde Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü’nün
petrol ambargosunun yol açtığı ekonomik zorluklar ve ülkenin diğer sosyal
ihtiyaçları da (özellikle artan çevresel kirlenme) Amerika’nın sınırlı
kaynaklarını büyük uzay projelerine ayırmasını engellemiştir.
Ancak bu şartlara rağmen NASA,
Uzay Mekiği (Space Transportation System ya da Space Shuttle) projesi için
politik destek alabilmiştir. Bu desteğin verilmesinin çeşitli nedenleri vardır:
Birincisi Soğuk Savaş hala devam etmekte ve Amerika SSCB’nin yeni uzay
başarılarına karşı prestijini korumalı veya en azından gerisinde kalmamalıdır.
İkincisi Uzay Mekiği veya bir başka insanlı uzay programının onaylanmaması insanlı
uzay uçuşlarının sona ermesine, dolayısıyla binlerce çalışanı ile bir teknoloji
kurumu haline gelen NASA’nın küçülmesi ve önemini yitirmesine, pek çok
yetenekli mühendisin işsiz kalmasına ve uzay endüstrisinin bulunduğu bölgelerde
ekonomik çevrimin olumsuz etkilenmesine yol açacaktır. Bu durum ayrıca genel
olarak Amerika’nın uzay alanındaki liderliğini de tehlikeye atacaktır. Üçüncüsü
Amerika’da Soğuk Savaş boyunca ülkenin ulusal birliğini güçlendirmek, halka
manevi destek ve moral vermek için sürekli olarak kahramanlar yaratılmıştır.
Astronotlar bu açıdan en ideal kahramanlardır ve bu nedenle insanlı uzay
uçuşları gereklidir. Ayrıca Başkan Nixon bu projeye engel olarak, Amerikan
tarihinde insanlı uzay uçuşlarını baltalayan bir politikacı olarak anılmak ve
bunun doğurabileceği beklenmedik politik faturaları ödemek zorunda kalmak
istememiştir.
Diğer yandan NASA ise projenin onaylanmasını
sağlamak için değişik bir strateji izlemiştir. Uzay Mekiği’ni yılda altmış
uçuşla tekrar kullanılabilir bir araç olarak tasarlamıştır. Bu şekilde uzaya
erişim maliyetini büyük oranda düşürmeyi hedeflemiştir. Ancak sık uçuş
yapılabilmesi için uydu fırlatma talebinin yüksek olması ve bütün askeri, sivil
ve ticari dahil Amerikan uydularının Uzay Mekiği ile fırlatılması
gerekmektedir. Bu gereksinim neticesinde NASA “sadece Uzay Mekiği (only
Shuttle)” politikasını
gündeme getirmiş ve bunun gereği olarak
askeri uyduları fırlatabilmek için USAF’e işbirliği talebinde
bulunmuştur. USAF Uzay Mekiği’nin hem askeri uyduları fırlatacak kapasiteye
sahip olması hem de bazı askeri operasyonları yapacak (ör. uzayda diğer
uydulara erişebilmek ve onları incelemek, manevra yeteneğine sahip olmak ve
böylece farklı havaalanlarına iniş yapabilmek gibi) şekilde geliştirilmesi
halinde, askeri uydularını NASA’nın fırlatmasına izin vermiştir.[45] İşin
ilginç yanı bu manevra yeteneği nedeniyle, SSCB politikacıları Uzay Mekiği’ni
sivil görünümlü askeri bir uzay aracı olduğunu sanmasıdır. Bu nedenle Sovyetler,
Uzay Mekiği’ni fayda-maliyet açısından incelediklerinde, fizibil olmadığı
sonucuna vardıkları halde yine de Uzay Mekiği’nin benzeri Buran-Energia
sistemini geliştirmişlerdir.[46]
Uzay Mekiği hizmete girdiğinde bütün uyduları fırlatacağından dolayı, Titan ve Atlas gibi
tek kullanımlı fırlatma araçlarına da ihtiyaç kalmamıştır. Bu nedenle Savunma
Departmanı (Department of Defense [DoD]) tasarruf için bu roketleri, aşamalı
olarak üretimden kaldırma kararı almıştır.[47]
Ancak Kongre proje için beklenenin yarısı kadar bir bütçe verince
(5,5 milyar ABD doları), Uzay Mekiği tasarımında değişikliğe gidilmiş ve yarı-tekrar kullanılabilir
olarak geliştirilmiştir. Bu da uçuşlar arasındaki hazırlık süresini artırmış,
neticede iddia edildiği gibi yılda altmış uçuşu imkansız kılmıştır. Böylece
işletme maliyeti aynı ancak uçuş sıklığı seyrek olacağından, fırlatma maliyeti
de düşmeyecektir.[48] 1983
yılında USAF, çıkan teknik sorunları nedeniyle uzaya erişimde Uzay Mekiği’ni
kullanmayı askeri açıdan uygun bulmayarak Delta, Titan ve Atlas’ın daha ileri
sürümleri için siparişler vermiştir. DoD Titan-3 ve Titan-34D fırlatma
sistemlerini satın almış, eski
Titan-2 ICBM’leri küçük uydu fırlatma sistemine dönüştürmüştür. Ayrıca Martin
Marietta firması da ağır yükleri uzaya fırlatabilecek Titan-4 roketini geliştirmeye başlamıştır. 1984
yılında ise Reagan yönetimi Commercial
Space Launch Act yasasını onaylayarak, özel firmaların ticari fırlatma
sistemleri işletmesinin önünü açmıştır. Challanger kazasının ardından 1988
yılında onayladığı yeni politika ile de NASA’yı ticari olarak fırlatma hizmeti
vermekten men etmiş ve böylece devlet birimlerinin uydu fırlatma sektöründe
özel firmalarla rekabetini sonlandırmıştır.[49]
Uzay Mekiği projesinin Amerikan fırlatma sektörü üzerinde çok olumsuz etkileri
olmuştur. “Sadece Uzay Mekiği” politikası ile devlet, tek kullanımlı roketlere
yeni yatırımlar yapmamış ve bu nedenle fırlatma roketleri teknolojik olarak on
– onbeş yıl geri kalmıştır. Ayrıca Uzay Mekiği projesi önerisinin yapıldığı
yıllarda yapılan analizler, Mekiğin iddia edilen sıklıkta uçuş yapmasının,
talep edilen bütçe sağlansa bile teknik olarak mümkün olmadığını ileri sürsede,
NASA bu eleştirileri dinlemeyerek, projenin yapılmasında ısrar etmiştir.
Landsat. 1970’lerde sivil
uydu çalışmaları da sonuçlarını vermeye başlamış ve 1972 yılında Landsat uydusu
fırlatılmıştır. Uydu verileri dünyanın pek çok yerinden kullanıcılar tarafından
kullanılmıştır.[50]
Landsat’ın bu başarısı politikacıların dikkatini çekerek, uydunun aşamalı
olarak özelleştirilmesi gerektiğini gündeme getirmiştir. Amerika’nın ekonomi
felsefesi özel şirketlerin devletten daha verimli çalıştıklarını, bu nedenle
devlet tarafından geliştirilen teknolojilerin operasyonel hale geldiklerinde özelleştirilmesi
gerektiğini ileri sürmektedir.[51]
Bu görüşü yoğun bir şekilde benimseyen Reagan yönetimi, 1982 yılında Landsat’ı
özelleştirmiştir. Ancak uzaktan algılama pazarı yeteri kadar büyük olmadığı
için, özelleştirme başarısız olmuştur. Görüntü fiyatlarında ciddi artışlar
başlamış ve Landsat’ın kullanımı azalmaya başlamıştır. 1986 yılında ise Fransa
SPOT’u fırlatarak, Landsat’a rakip olmuştur. Ancak Landsat’ın aksine, SPOT
Fransa hükümeti tarafından sübvanse edildiğinden dolayı, görüntüler gerçek
pazar değerinin çok altında satılmıştır. Bu da Landsat’ı iyice pazarın dışına
sürmüştür. Durumu düzeltmek için, 1992 yılında Landsat yeni bir yasa ile tekrar
hükümet kontrolüne geçmiştir.[52] Şu
anda ise var olan Landsat uydularının ömrü dolmakta ve yeni uyduları kimin
nasıl finansa edeceği henüz belli değildir.
ISS. Uzay Mekiği’nin 1981
yılındaki başarılı uçuşundan sonra NASA’nın yeni bir projeye ihtiyacı vardır.
Bu proje de bir uzay istasyonudur. Uzayda istasyon projesi NASA’nın kuruluşundan
beri ajandasında olan bir konudur ve Uzay Mekiği’nin geliştirilmesindeki temel
nedenlerden birisidir. Reagan’nın yönetime gelmesinin ardından NASA ve
havacılık-ve-uzay endüstrisi liderleri, koalisyon içinde hareket ederek Space
Station Freedom projesini onaylatmışlardır. NASA’nın kurumsal çıkarı, Uzay
Mekiği’nin ardından büyük ölçekte yeni bir insanlı uzay programı başlatmak ve
böylece kurumun varlığını ve prestijini korumak ve aynı zamanda uzay alanında
teknolojik ve bilimsel kazanımlar elde etmektir. Havacılık-ve-uzay
endüstrisinin çıkarı ise yeni sözleşmelerdir. Reagan’ın ise böyle bir projeyi
onaylamadaki temel motivasyonu, uzay istasyonlarını Amerika’nın gücünü gösteren
bir sembol olarak görmesidir. Bu durum politika analizcileri tarafından demir
üçgen (iron triangle) modeli ile açıklanmaktadır. Üçgenin her bir ayağını
oluşturan aktörler ise bürokratik kurum, endüstriler ve politikacılardır.[53] Uzay
istasyonu projesi 1984 yılında Kongre tarafından onaylanmıştır. Başlangıçta
hesaplanan maliyet ise 8 milyar ABD dolarıdır. Fakat 1987 yılında maliyet iki
katına çıkmış ve her geçen yıl daha da artmıştır. Artan maliyetin etkisi ile NASA,
dost ülkeleri projeye katılmaları için davet etmiş ve bunun üzerine 1989
yılında ESA, Kanada ve Japonya uzay
istasyonu projesine katılmıştır. Bu
ülkelerin katılımı ile uzay istasyonu bir uluslararası projeye dönüşmüş ve adı
da ISS olarak değiştirilmiştir. Ancak
Amerika’da yapılan araştırmalar, ISS’in
uzay bilimleri açısından hiç bir önemli getirisi olmadığını, bunun yerine
istasyonun sadece insanlı uzay uçuşları araştırmasına yoğunlaşması gerektiğini
belirtmiştir. 1991 yılında ise bilim
çevreleri ISS ile ülke kaynaklarının
israf edildiğini ileri sürerek projeyi eleştirmişlerdir. Bu eleştirilerin ve
sürekli artan proje maliyetinin etkisi ile ISS
iptal edilmenin eişiğine kadar gelmiştir. Clinton yönetimi zamanında, ISS projesi kongredeki oylamada sadece bir oy farkla iptal edilmekten kurtulmuştur.
1993 yılında ISS’e Rusya’da Mir-2 ile
katılmıştır. Amerika bu işbirliğinden Rusya’nın serbest piyasa ekonomisine
entegre olmasına yardımcı olmayı, Rusya ile işbirliği yapmaya ve Rus uzay
mühendislerini meşgul ederek üçüncü dünya ülkeleri için füze sistemleri
geliştirmesini azaltmayı hedeflemiştir. ISS
projesinde, özellikle proje hedefinin tam olarak belirli olmamasından dolayı[54]
önemli yönetim aksaklıkları çıkmış ve bu da maliyet artışlarına yol açmıştır.[55]
Faster Better Cheaper felsefesi. ISS projesinin sürekli artan maliyetini
karşılamak için, NASA diğer projelerde, özellikle gezegenlerin keşfi alanında
bütçe kısıtlamalarına gitmiştir. Bu kısıtlamaların yanı sıra 1993 yılında 800
milyon ABD doları değerindeki Mars Observer uydusu teknik bir hata yüzünden
başarısız olmuştur. Bu iki olayın etkisi ile dönemin NASA başkanı Dan Goldin,[56]
yeni bir yönetim felsefesi geliştirmiştir. Tam olarak metodu belli olmayan bu
felsefe, daha kısa sürede daha az bütçe ile daha iyi (faster-better-cheaper)
uydular geliştirilebileceğini ileri sürmüştür. Bu yaklaşımda maliyeti düşürmek
için, sistem mühendisliği metodlarının yerini takım çalışması almıştır.[57]
Yapılan ilk projelerde başarılar elde edildiyse de, daha sonra geliştirilen
uydularda arka arkaya başarısızlıklar olmuş ve bu nedenle 2000’li yılların
başında sessiz bir şekilde bu modelden, pek çok teknoloji yönetimi dersleri
alınarak vazgeçilmiştir.
Columbia kazası ve sonuçları. Challanger
kazası, NASA’nın yönetim sisteminin ve kurumsal kültüründeki değişimin sorgulanmasına
yol açmıştır. Ancak 2003 yılında olan Columbia kazası, NASA’nın insanlı uzay uçuşları
ile ilgili yönetim sistemindeki önemli bazı aksaklıkların hala devam ettiğini
ortaya koymuştur.[58] NASA
halen yeni bir yönetim anlayışı geliştirmeye ve kurumsal kültürünü ise
yaptıkları işe uygun hale getirmeye çalışmaktadır. Columbia kazasının sonuçlarından
birisi de Uzay Mekiğinin 2010 yılında ISS’i
tamamladıktan sonra emekli edilmesidir.[59]
Ülkenin yeni hedefi ise Ay’a geri dönüş ve Mars’a insanlı yolculuklardır.
Uzay organizasyonu
Amerika’nın
uzay çalışmaları genel olarak şu grupların etkisi ile gelişmiştir: Başkan ve
Kongre başta olmak üzere, ülkenin uzay çalışmaları üzerinde söz sahibi olan ve
uzay projelerini bütçelendiren devlet birimleri; DoD ve NASA başta olmak üzere,
ülkenin uzay politikasının oluşmasına yön veren ve uygulayan, uzay teknolojisini
satın alan ya da geliştirten kurumlar; uzay teknolojilerini geliştiren
havacılık-ve-uzay endüstrisi; uzay sektörü için yetişmiş insan kaynağı sağlayan
ve ArGe ile yeni teknolojiler yeni fikirler geliştiren akademik kurumlar;
teknik, politik ve stratejik analizler yapan veya yayınlayan firma ve kar amacı
gütmeyen araştırma kurumlarıdır (Şekil 2-2).
Araştırma kurumları pek çok
konuda kavramsal düzeyde analizler yaparak teknik, yönetimsel ve ekonomik
problemleri tespit etmekte ve çözümler üretmektedir. Örneğin 1948 yılından bu
yana görev yapan ve disiplinlerarası bir yapıya sahip olan RAND, hem kendi
belirlediği hem de askeri ve sivil kurumların ihtiyaç duyduğu alanlarda “politik
analizler” yapmaktadır.[60]
RAND kuruluş yıllarından pek çok teknolojik buluşlar da (Internet, casus
uydular, video kodlama, savaş oyunları, reduntant haberleşme sistemleri)
yapmıştır.[61]
Ayrıca JPL
ve JHU/APL, Massachusetts Institute of Technology (MIT) dahil çeşitli araştırma enstitüleri ve
üniversiteler, NASA ve DoD için veya uluslararası işbirlikleri kapsamında
teknolojiler geliştirmektedir. Günümüze kadar akademik kurumlar tarafından pek
çok teknoloji geliştirilmiştir. Üniversiteler ve şirketler hem sivil hem de
savunma alanında uzay çalışmaları yürüttüklerinden, teknik yeteneklerini her
iki alandaki projeler için de kullanmıştır. Böylece dolaylı olarak askeri ve
sivil çalışmalar arasında eşgüdüm sağlanmış ve kaynaklar daha verimli
kullanılmıştır. Diğer yandan uzay alanında edinilen bilgi ve teknolojilerin
uzay ekonomisi içinde yayılımı da oldukça hızlıdır. Konferanslar, SpaceNews
gibi haftalık uzay gazeteleri, çeşitli topluluklar vb. araçlar bilginin
yayılımını hızlandırmaktadır. Ayrıca politikacılar-ve-bilimadamları,
askerler-ve-bilimadamları arasında yakın diyaloglar kurulmuş ve bu diyaloglar
çeşitli yollarla kurumsallaştırılmıştır.
Uzay çalışmalarında ArGe’de ihale
yöntemi. Amerika Adam
Smith’in geliştirdiği serbest pazar felsefesine dayanarak özel girişimcilerin,
teknolojiyi geliştirme ve işletmede devletten daha verimli olduğuna inanır. Bu
inançla uzay teknolojileri de dahil olmak üzere, bütün kamu ihtiyaçlarının
birçoğunu firmalar aracılığı ile karşılamaktadır. Böylece Amerika’da
havacılık-ve-uzay endüstrisi ülkenin askeri, sivil ve ticari uzay
teknolojilerini geliştirerek büyümüş ve teknik olarak çok ileri yetenekler
geliştirmiştir. Bunu sağlamak için ArGe projelerinde farklı bir sözleşme
yöntemi uygulamış ve bu yöntem teknolojik ilerlemeyi kolaylaştıracak uygun
ortamı sağlamıştır.
Amerika’da 1947 yılından önce
havacılık alanında yapılan sözleşmelerde “sabit fiyat” metodu uygulanmaktaydı.
Ana-yüklenici firma, önerilen proje için bir fiyat verir ve eğer verilen fiyat
maliyetten farklı çıkarsa, karı da zararı da kendisi karşılardı. Ancak uzay
teknolojileri ArGe özelliği taşıdığından ürün fiyatını önceden tahmin etmek
zordur. En önemlisi tahmin edilse bile, yüklenici kendi karını korumak için
fazla harcamadan kaçınarak, teknolojik gelişimin yavaşlamasına yol açabilir. Bu
durum ise Soğuk Savaş döneminde Amerikan güvenliğini çok olumsuz
etkileyebilirdi. Buna meydan vermemek için, Amerika 1947 yılında Defense Act yasasını çıkararak, ArGe
projelerine “maliyet+kar” yöntemini getirmiştir. Bu yöntemde öncelik geliştirilecek
ürünün ihtiyaçları karşılamasıdır. Ana-yüklenici proje için tahmini bir maliyet
çıkarmakta ve proje sonunda maliyet tahmin edilenden farklı çıkarsa bu fark
devlet tarafından karşılanmaktadır. Ana-yüklenici de projenin toplam maliyetinin
belirli bir yüzdesini kar olarak almaktadır (yaklaşık yüzde 9 veya 10 civarı
olduğu söylenmektedir). Bu şekilde firmaların kar kaygısının ortadan kalkması, teknolojik
ilerleme için uygun ortamı sağlamıştır. Ancak önlem alınmazsa bu yöntemin
önemli bir dezavantajı vardır. Eğer proje bütünü ile ana-yüklenicinin
insiyatifine bırakılırsa, o zaman maliyet çok fazla artabilir. Bunu engellemek
USAF proje yönetimi ofisi geliştirmiş ve gerektiğinde teknik danışmanlıklar
alarak (ya da teknik uzmanları işe alarak) projeleri sıkı bir şekilde takip
etmiştir. Bu şekilde aşırı maliyet artışlarını ve proje takvimindeki
gecikmeleri önlemiştir.[63]
Ancak tüm bu önlemlere rağmen geliştirilen teknolojinin çok kompleks olması ve/veya proje yönetimi
hatalarından dolayı, pek çok projelerin takviminde uzamalar ve maliyet
artışları görülmektedir. Bu da ileri teknoloji geliştirmenin doğasında varolan
bir sorundur.
Amerikan uzay programında
çıkarılabilecek bazı sonuçlar.
Amerika’da genel olarak sivil uzay çalışmaları politik, ekonomik,
bilimsel, teknolojik gibi pek çok getirileri olduğundan (ya da bazılarında
getirilerinin ne olduğu tam olarak belirli değildir) pek çok çıkar grubunun
etkisinde kalmıştır. Özellikle politik hedeflerin öncelikli olduğu durumlarda,
projelerin bilimsel misyonları zarar görmüştür. Buna karşın askeri uzay
projeleri, net olarak belirlenen askeri ihtiyaçlar çerçevesinde geliştiğinden,
sivil projelere göre politik etkilere daha az maruz kalmıştır.
Amerika sivil ve askeri uzay projelerinde
sayısız başarısızlıklar elde etmiş ve bu başarısızlıklardan ders alarak, bu
günkü sistem mühendisliği ve proje yönetimini geliştirmiştir. Ancak bu yönetim sistemleri tam uygulandığı
halde, teknolojinin aşırı karmaşıklığı yeni başarısızlıklara ve facialara yol
açmaya devam etmiştir. Yapılan araştırmalar bu başarısızlıkların nedeninin
sadece teknik bir olay olmadığı, buna karşın asıl sorunun teknik hatayı meydana
getiren yönetim aksaklıkları olduğunu saptamıştır. Bu sonuç en son Colombia
kazası ile bir kez daha kesinleşmiş ve uzay projelerinin (özellikle operasyonel
olanlarında) yönetimine yeni bir yaklaşım getirilmeye çalışılmaktadır. Bu yeni
yaklaşımda kurumsal kültürün projelerin teknik gereksinimleri doğrultusunda
iyileştirilmesi, kurum içi iletişimin güçlendirilmesi, hiyerarşik düzende
kalite kontrol birimlerine bağımsız değerlendirme yapması için otorite
verilmesi gibi öğeler yer almaktadır.
Sivil ve askeri uzay projelerinde
geliştirilen teknolojilerin büyük bir çoğunluğu, havacılık-ve-uzay şirketleri
tarafından üretilmiştir. Böylece sivil ve askeri teknolojiler arasında eşgüdüm
sağlanmış; askeri amaçla geliştirilen bir teknoloji sivil alana, aynı şekilde
sivil amaçla geliştirilen bir teknoloji askeri alana uygulanabilmiştir. Bu
durum kaynakların verimli kullanımını sağlamıştır. Uzay firmalarının yanısıra
üniversite ve araştırma kurumlarının, yeni uzay teknolojilerinin
geliştirilmesinde çok büyük rolü olmuştur. Bu kurumlar, hem doğrudan teknik
alanlarda çalışarak yeni teknolojiler geliştirmiş hem de ekonomik, politik,
yönetim analizleri yaparak karar verici mekanizmaların dikkatlarini uzay
problemlerine çekmiş ve çözüm önerileri getirerek, ülkenin uzay alanındaki
toplam performansını artırmaya katkıda bulunmuştur.
Amerikan uzay programının bir diğer
önemli özelliği askeri ve sivil projelerin ayrı ayrı yürütülmesidir. Sivil
projeler Amerika’ya, özellikle Soğuk Savaş döneminde, büyük prestij kazandırırken,
askeri askeri projeler de ülkenin güvenliğini güçlendirmiştir. Askeri ve svil
çalışmaların ayrılması aynı zamanda bürokratik açıdan da işleri
kolaylaştırmıştır.
Soğuk Savaş’a kadar projelerde
milli güvenlik baş etken iken, Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından bu ana etkene
bir de ekonomik faktörler eklenmiştir. Günümüzde Amerika’da uzayın ticari kullanımını
yayınlaştırmak için özellikle özel sektörden yoğun ilgi vardır. Bu çabalar
sonuçlarını verdiğinde, uzay turizmi gibi yeni sektörler de oluşmaya
başlayacaktır.
Amerika 1966
yılında yürürlüğe giren U.S. Freedom of
Information Act gereğince, gizlilik gerektiren askeri projeleri hariç diğer
uzay çalışmaları hakkında yayınlanmış
pek çok kaynak bulunmaktadır. Bu kaynakların kapsamlı bir şekilde
araştırılarak, uzay çalışmalarında karşılaştıkları sorunların, yaptıkları
hataları ve genel olarak aldıklar dersleri incelemek Türkiye’nin uzay
çalışmaları için son derece faydalı olacaktır.
[1]
Amerika’da roket çalışmaları ilk olarak Robert Goddard tarafından 1910’ların
sonlarına doğru başlamıştır. Goddard, 1919 yılında Method of Reaching
Extreme Altitudes ve 1936 yılında Liquid Propellent Rocket Development,
adlı kitapları yayınlamıştır. Caltech’de yüksek lisans öğrencisi olan Frank
Malina ise bu kitapları ve ardından Oberth ve Tsiolkovsky’nin yayınlarını
okuyarak konuya yoğun ilgi duymuş ve bütünü ile kişisel merakla roket
çalışmalarına başlamıştır. Daha sonra Amerikan ordusu için yaptığı roket
çalışmaları ile bu günkü JPL kurulmuştur.
[2]
Bakınız Bölüm 2.1.1.4 Çin Uzay Çalışmaları.
[3]
William E. Burrows, This New Ocean (New York: Modern Library, 1998), s.
110-123.
[4]
ABMA, NASA kurulduktan sonra, Marshall Space Flight Center olmuştur.
[5] Stephen B. Johnson, “Space Business,” Eligar Sadeh,
Der., Space Politics and Policy: An Evolutionary Perspective, (Kluwer Academic Publishers, 2002), Bölüm 13.
[6]
U.S., Peterson Air Force Base, Air Force Space Command, Air Force Space and
Missile Pioneers, “Dr.Simon Ramo,” https://www.peterson.af.mil/hqafspc/history/ramo.htm.
Ziyaret tarihi, 14 Aralık 2005.
[7]
Stephen B. Johnson, “Management of Space Enterprise.” Ders Notları, UND Space
Studies, 2003.
Observations,” John C. Baker, Kevin M. O’Connell and Ray A.
Williamson, Der., Commercial
Observation
Satellites: At the Leading Age of Global Transparency,
(Santa Monica , Calif. : ASPR and
[9]
WS: Weapon Systems’in kısaltmasıdır.
[10]
Lockheed Martin, 1990’larda, Corona teknolojisini kullanarak, yüksek
çözünürlüklü Ikonos uydusunu
geliştirmiş; görüntülerini, kendisinin de kurucularından olduğu Space Imaging
aracılığı ile dünyaya pazarlamıştır.
[11]
Burrows, s. 174-175.
[12] Stephen B. Johnson, “Strategic Implications of
Space,” Ders Notları, UND Space Studies, 2002.
[13]
Burrows, s. 239, 272-273.
[14]
İbid. s. 229-231.
[15] Peter L. Hays, “Transparency,
Stability, and Deception: Military Implications of Commercial High-Resolution
Imaging Satellites in Theory and Practice,” International Studies Association
Annual Convention, Chicago ,
21-24 Şubat 2001.
[16]
Burrows, s. 232-233.
[17]
Stephen B. Johnson, “The U.S. in Space: Cooperation and Coercion,” Policy Options, Nisan 2002, s. 57-63.
[18]
İbid.
[19]
İbid.
[20]
“Air Force to Once Again Examine
Alternatives to SBIRS,” Space News,
28 Temmuz 2005.
[21]
Stephen B. Johnson, “Strategic Implications of Space.”
[22]
Eligar Sadeh, “Space Policy and Politics,” Ders Notları, UND Space Studies,
2002.
[23]
Federation of American Scientists, “ABM Treaty,” http://www.fas.org/nuke/control/abmt/text/
abm2.htm.
[24]
Business Report, Space News, 2
Haziran 2003.
[25]
British American Security Information Counsil (BASIC) “A Question of Intent:
Missile Defense and the Weaponization of Space,” BASIC Notes, 1 Mayıs 2002.
Missile Defense and the Weaponization of Space,” BASIC Notes, 1 Mayıs 2002.
[26] Paul B. Stares, The
Militarization of Space: U.S. Space Policy, 1945-1984, (New York: Cornell
University Press, 1985), s. 106-134.
[27]
Burrows, s. 249-251.
[28]
İbid., s. 251-255.
[29] Curtis Peebles, Hight
Frontier: The United States Air Force and the Military Space Program,
(Washington, D.C.: U.S. Government Printing Office, 1997), s. 73-74.
[30] İbid., s. 75-76.
[31] İbid., s. 74.
[32]
Arms Control Association, “Weapons in
Space,” http://www.armscontrol.org/act/2004_11/Krepon.asp.
Ziyaret tarihi 18 Aralık 2005; Leonard
David, “Pentagon Report Calls for the
United States Control of Space,” Space.Com
News, 8 Ekim 2001.
[33]NOAA,
“National Polar-orbiting Operational Environmental Satellite ,” http://www.publicaffairs.noaa.
gov/grounders/npoess.html. Ziyaret tarihi 14 Aralık 2005.
[34] Peebles, s. 74-79.
[35]
Phil McAlister, “Satellite Statistics: Life After the Military,” Futron
Corporation, 2005.
[36]
David J. Thompson ve William R. Morris, “China in Space: Civilian and Military
Developments,” Air War Collage, Maxwell Paper, No. 24, Ağustos 2001, s. 9.
[37]
Burrows, s. 179-180.
[38]
Sputnik’in sonuçları hakkında daha fazla bilgi için bkz. U.S. Information
Agency, Office of Research and Analysis, “Impact of U.S. and Soviet Space
Programs on World Opinion,” 7 July 1959, U.S. President’s Committee on
Information Activities Abroad Records, 1959-1961.
[39]
Amerika ayrıca, bir dizi eğitim ve kamu yasası çıkararak, kamu yönetiminde
teknokrasiyi ön plana çıkarmış; eğitime ve araştırmaya daha çok bütçe ayırmış
ve böylece sadece uzay değil, her alanda SSCB’nin önüne geçmeyi hedeflemiştir.
[40] Howard E. McCurdy, Inside NASA: High Technology and Organizational Change in U.S. Space
Program, (Baltimore: Johns Hopkins University Press, 1994), s. 1-24.
[41]
Burrows, s. 290.
[42]
Stephen B. Johnson, The Secret of Apollo:
Systems Management in American and European Space Programs, (Baltimore:
Johns Hopkins University Press, 2002), s 81-115.
[43] Roger E. Bilstein, Stages to Saturn: A Technological History
of the Apollo/Saturn Launch Vehicles,
(Washington, D.C.: NASA
History Office, 1996), s. xi.
[44]
David J. Whalen, “Communications Satellites: Making the Global Village
Possible,” NASA History Division, http://www.hq.nasa.gov/office/pao/History/satcomhistory.html.
Ziyaret tarihi 12 Ocak 2006.
[45] Joan Lisa Bromber, NASA and the Space Industry, (Baltimore: Johns Hopkins University
Press, 1999), s. 75-113.
[46]
Stephen B. Johnson, “Strategic Implications of Space.”
[47]
John L. McLucas, Space Commerce,
(Cambridge: Harvard University Press, 1991), s. 89-92
[48] Uzay Mekiği’nin yüklenicileri: “Orbiter ve main
engine” Rockwell firması; “external tank” Martin firması, “solid propelled booster”
Thiokol firması.
[49]
Stephen B. Johnson, “Commercialization of Space,” Ders Notları, UND Space
Studies, 2004.
[50] E. J. Sheffner, “The Landsat
Program and Landsat Science,” Landsat Science Working
Group, Marriott Greenbelt, 15 Ekim 1996.
[52] Ann M. Florini ve Yahya
Dehqanzada, “No More Secrets? Policy Implications of Commercial Remote Sensing
Satellites,” Carnegie Endowment for International Peace, Global
Policy Program, Project on Transparency, Working Paper, 1 Temmuz 1999.
[53]
James P Lester ve Joseph Stewart, Public
Policy: An Evolutionary Approach, (Minneapolis: West Publishing Company,
1996), s. 69-70.
[54]
ISS’in hedefleri: Uluslararası işbirliği, NASA’ya yeni büyük bir proje
kazandırmak, uzay bilimleri araştırması yapmak, insanlı uzay uçuşları
araştırması yapmak ve Amerika’ya politik prestij kazandırmak.
[55]
Stephen B. Johnson, “History of Space Age,” Ders Notları, UND Space Studies,
2003.
[56]
Dan Goldin eski SDI/Birillant
Pebbles projesi yöneticilerindendir. SDI’daki deneyiminden yola çıkarak faster,
better, cheaper felsefesini geliştirmiştir.
[57] Bu konu hakkında daha fazla bilgi için bkz. Howard E.
McCurdy, Faster Better and Cheaper,
(Johns Hopkins University Press, 2003).
[58]
NASA’nın yönetim aksaklıkları hakkında bilgi için bkz. Columbia Accident Investigation Board, Report Volumes I-VI, Ağustos 2003.
[59]
“NASA Urged To Study Titan 4 Phase-Out
For Lessons on How To Retire Shuttles,”
Space News, 1 Mart 2005.
[60] Virginia Campbell, “How RAND Invented the Postwar
World,” American Heritage Invention &
Technology, 2004, s. 50-59.
[61]
RAND Websitesi: http://www.rand.org.
[62]
Bu şekil, Stephen B. Johnson, “Commercialization of Space,” Ders Notları
kullanılarak hazırlanmıştır. Ayrıca, Amerika’nın uzayla ilgili bütün
kurumlarını içermemektedir.
[63] Stephen B. Johnson, The Secret of Apollo: Systems Management in American and European Space
Programs, s. Bölüm 2 ve Bölüm 3.
No comments:
Post a Comment