Thursday, March 28, 2019

Soğuk Savaş Dönemi - 2005 Arası Amerikan Uzay Çalışmaları


Amerika


Askeri uzay çalışmaları

İkinci Dünya Savaşı sonrası. Amerika’da kurumsal düzeyde ilk roket çalışmaları 1940’ların başında başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman V-2 füzelerinin yıkıcı etkilerinin haberini alan Amerikan ordusu, 1943 yılında California Institute of Technology (Caltech)’e roketlerin silah potansiyelini tespit etmek için bir çalışma yaptırmıştır. Frank Malina[1] ve Hsue-Shen[2] teknik yönetiminde yapılan bu çalışmada, ağır yük taşıyacak uzun menzilli füzelerin teknik olarak fizibil olduğu sonucuna varılmıştır. Bu tespitin ardından Amerikan ordusu füze Araştırma ve Geliştirmesi (ArGe) yapmak için henüz kurulan Jet  Propulsion Laboratory (JPL) ile Galcit, General Electric ile de Hermes füzeleri için sözleşme yapmıştır. Böylece resmi olarak ilk füze çalışmaları başlamıştır.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Amerikan ordusu Almanya’nın geliştirdiği V-2 füze teknolojilerine sahip olmak ve bunları Hermes füzesini geliştirmede kullanmak için, Mayıs 1945 yılında Paper Clips adını verdiği operasyonu başlatmıştır. Bu operasyon kapsamında Amerika pek çok V-2 parçası ve dökümanları, bir kaç ay sonra da füzeyi geliştiren teknik ekibi  ve teknik direktörü Wernher Von Braun’u ülkeye getirmiştir.[3] Getirdiği ekibi Alabama, Hunstville’ye yerleştirerek buraya Army Ballistic Missile Agency (ABMA)[4] adını vermiştir.
Soğuk Savaş dönemi. 1950’lerin başında Amerikan Hava Kuvvetleri (United States Air Force [USAF]) ICBM çalışmalarını başlatmıştır. Ancak o yıllarda ICBM’ler teknik olarak yeterli taşıma kapasitesine ve hedef-isabet etme kabiliyetine sahip olmadığından, etkin bir silah aracı olarak görülmemiştir. Bu nedenle bu alandaki çalışmalar, ArGe düzeyinde ağır bir tempoda ilerlemiştir taaki 1953 yılında H-bombasının başarılı testine kadar.
H-bombasının atom bombasına göre iki önemli özelliği vardır: Daha hafif ve bin kez daha yıkıcıdır. Hafif olması nedeni ile H-bombası ICBM’ler tarafından kolayca taşınabilecektir. Ayrıca yıkıcı etkisinin çok yüksek olması nedeniyle ICBM’lerin çok yüksek hedef-vurma hassasiyetine sahip olmasına gerek yoktur. Bu iki özellik teknik açıdan ICBM’leri  basitleştirerek, mükemmel bir silaha dönüşmesini sağlamıştır. Bu olayın ardından ICBM projesi hızlandırılmış ve Manhattan atom bombası projesinden sonra ülkenin en büyük askeri projesi haline gelmiştir. Milyarlarca doların harcandığı bu projede Atlas, Atlas’ın yedeği olarak Titan, Thor ve Minuteman ICBM’leri, her biri ayrı bir firma tarafından geliştirilmiştir (Tablo 2-1. Amerika’nın ilk roket çalışmaları). İlk Atlas testleri ise 1957 yılında başlamıştır.
Amerika ICBM’leri geliştirirken bir takım önemli yan ürünler de kazanmıştır. Bunların en başında geliştirdikleri “yönetim metodları” gelmektedir. ICBM’ler ülkenin güvenliği için çok kısa süre içinde geliştirilip konuşlandırılması gerektiğinden dolayı, bunu sağlayabilmek için parallel geliştirme (concurrency), sistem mühendisliği ve proje yönetimi metodları keşfedilmiştir.
Tablo 21 Amerika’nın ilk roket çalışmaları.[5]
Roket
Finansı Sağlayan Kurum
Tasarımı Yapan
Üretimi Yapan
Tarih
Corporal
Army Ordnance
JPL
Firestone
1945
Aerobee
Navy Bureau of Ordnance
Aerojet Applied Physics Laboratory
Aerojet
1946
Viking
Navy Bureau of Aeronautics
Martin/Naval Research Lab.
Martin
1946
Redstone
Army Ordnance
ABMA
Chrysler
1950
MX-774
Army Air Forces
Convair
Convair
1945
Atlas
Air Force Western Development Division (WDD)
Convair/R-W
Convair
1950
X-17
Air Force WDD
Lockheed
Lockheed
1954
Titan
Air Force WDD
Martin/R-W
Martin
1955
Thor
Air Force WDD
Douglas/R-W
Douglas
1956
Jupiter
Army Ordnance
ABMA
Chrysler
1956
Minuteman
Air Force Ballistic Missile Division
Boeing/R-W
Boeing
1958
Polaris
Navy Special Projects Ofice
Lockheed
Lockheed
1956



ICBM proje yönetimi USAF, sistem mühendisliği ise Ramo-Woldridge (R-W) adında özel bir şirket tarafından yapılmıştır. R-W’nun teknik direktörü olan Simon Ramo’nun liderliğinde geliştirilen sistem mühendisliği metodları daha sonra sistem mühendisliğinin bir disiplin olarak benimsenmesine yol açmıştır.[6] Bu metodlar Apollo projesinde uygulanarak USAF’den NASA’ya geçmiş, buradan da 1970’lerdeki Spacelab uzay istasyonu projesi ile Avrupa’ya geçmiştir. Ardından bütün dünyaya yayılarak uzay ve pek çok ileri teknoloji geliştirmede kullanılan en etkin yönetim sistemi haline gelmiştir.[7]
Diğer yandan Soğuk Savaş’ın başlaması ile birlikte SSCB batı dünyasından kendisini gizlemeye çalışmış ve kapitalist ülkelerle arasında olabilecek her tür bilgi akışını engelleyerek, kendisini adeta demir bir perde arkasına saklamıştır. Sovyet sınırları içinde ne olup bittiğini bilmeyen Amerika, Pearl Harbour’da ani bir şekilde uğradığı Japon saldırısında olduğu gibi yeni bir sürpriz saldırıya uğramaktan son derece çekinmektedir. Bu nedenle Sovyet sınırlarını izleyerek, olası askeri tehditleri önceden tespit edecek bir keşif sistemine ihtiyaç duymuştur.[8] Amerika bu ihtiyacını karşılamak için 1950’lerin başında balonlu keşif sistemleri ve U-2 casus uçaklarını geliştirmiş ve bunlarla Sovyet kıta sahanlığı üzerinde çeşitli uçuşlar yapmıştır. Ancak bu uçuşlar gerekli bilgileri sağladıkları halde uluslararası hava yasalarına aykırı olmaları nedeniyle politik olarak son derece tehlikelidir. Bu keşif uçuşlarının Sovyetler tarafından tespit edilmesi, her iki ülkeyi sıcak bir savaşın eşiğine getirebilecek politik krizler doğurabilir. Bu nedenle Amerika’nın daha güvenli bir yola ihtiyacı vardır: Casus uydular.
1956 yılında Amerikan hükümeti WS-117L[9] adı altında gizli bir proje başlatmıştır. Bu projede üç farklı sistemin geliştirilmesi hedeflenmiştir: Füze fırlatmalarını tespit etmek için erken uyarı uyduları, keşif yapmak için Corona  ve Uydu-Füze Gözlem Sistemi (Satellite and Missile Observation System [SAMOS]). WS-117L bünyesinde geliştirilen uydular Şekil 2-1’de verilmektedir. SAMOS projesinde Amerika dijital olarak görüntüleme ve görüntü iletme teknolojisi geliştirmeye çalışmıştır. Ancak hedeflenen çözünürlük kalitesine ulaşamayınca ve maliyetin de artması nedeniyle, projeyi 1970’lerin başında iptal etmiştir. Corona programı ise başlamış ancak çeşitli nedenlerle yeterli destek bulamadığından yavaş bir tempoda ilerlemiştir. Politik desteğin yetersiz olmasının iki nedeni vardır: Birincisi Amerika yasal olmasa bile U-2 casus uçakları ile keşif uçuşları yapmakta ve bu yolla ithiyacını kısmen karşılamaktadır. İkincisi Amerika bir uydu geliştirse bile onu yörüngeye koyması bir sorun yaratacaktır. Uydunun Sovyet sınırları üzerinden geçmesine Sovyetler sert tepki verebilir ve bu da politik krizlere neden olabilir. Bu nedenle Amerika beklemeye ve uyduların ülkeler üzerinden geçişini meşrulaştırmak için politik bir çözüm bulmaya çalışmıştır.
Fakat tüm bu planlar 1957 yılında Sputnik-1’in fırlatılması ile değişmiştir. Sputnik’in fırlatılması Amerika’yı hem sevindirmiş hem de endişelendirmiştir. Sevinmiştir çünkü Sputnik’le SSCB, uyduların yörüngede ülkelerin üzerinden geçişini meşrulaştırmıştır. Böylece Amerika kendi casus uydularını SSCB’nin tepkisine maruz kalmadan rahatça uzaya fırlatabilecektir. Diğer yandan endişelenmiştir çünkü Sputnik’i fırlatabilen Sovyet’ler, Amerika’nın tepesine nükleer bir bomba da atabilecektir. Bu nedenle Amerika’nın süratle SSCB’nin kaç tane ICBM filosuna sahip olduğunu ve bunların nerede konuşlandırıldığını bilmesi gerekmektedir. Bu olayların ardından 1958 yılında WS-117L çok gizli olarak sınıflandırılmış ve büyük kaynaklar aktarılarak ICBM’ler gibi ülkenin öncelikli projeleri arasına alınmıştır. Sovyetler’i tedirgin etmemek için de Corona çalışmaları sivil bir proje olarak tanıtılmış ve  programın adı da Kaşif (Discoverer) olarak değiştirilmiştir. WS-117L’de geliştirilen uydular Lockheed[10] ve TRW şirketleri tarafından üretilmiştir. Bu iki şirket daha sonra Soğuk Savaş boyunca Amerika’nın casus uydularının üreticisi olmuştur.[11]



Şekil 21 WSL-117 programı ve geliştirilen uydular.[12]

Corono programının yönetimi, Eisenhower yönetiminin direktifi ile Amerikan İstihbarat Servisi (Central Intelligence Agency [CIA]) ve USAF tarafından birlikte yapılmıştır. USAF uydunun üretiminden, CIA ise uydunun işletilmesinden sorumlu olmuştur. Corono görüntülerinin işlenmesi ve analiz edilmesi için de 1962 yılında Ulusal Keşif Ofisi (National Reconnaisance Office [NRO])  kurulmuştur. NRO çalışanları ve yöneticileri CIA ve USAF personelinden oluşturulmuştur.[13] Amerika’nın Corono programının yönetimine, USAF’ın itirazlarına rağmen sivilleri de getirmesi oldukça ilginç bir nedene dayanmaktadır. Eisenhower yönetimi casus uyduların sadece USAF kontrolünde olması durumunda, USAF’in uydu görüntülerinden üreteceği istihbarat bilgilerini (bilerek veya bilmeyerek) abartarak daha çok askeri harcama yapabileceğinden endişe etmiştir. Bu olasılığı önlemek ve bir nevi kontrol sağlaması amacı ile, CIA’yi de programa dahil etmiştir.[14] Bu arada NRO Soğuk Savaş boyunca çok gizli tutulmuş ve varlığı ilk defa 1992 yılında halka duyurulmuştur.[15] Corona’nın ilk deneme uçuşu 21 Ocak 1959’da yapılmış ve oniki başarısız denemeden sonra, 18 Ağustos 1960’da ilk görüntüler gelmeye başlamıştır.[16] Amerika’nın Soğuk Savaş boyunca Corona programı için, 100 milyar ABD dolarının üzerinde harcama yaptığı söylenmektedir.
Corona uydusunun çalışma mekanizması şöyledir: Görüntüler uydunun içine yerleştirilen bir filme kaydedilir. Film bittiğinde bir kapsül içinde uydu tarafından dünyaya geri fırlatılır ve paraşütünü açarak atmosferde süzülür. Film daha sonra havada bir uçakla yakalanır. Film bittiğinde yeni bir uydu fırlatılır ve bu işlem böyle devam eder. Ancak her bir uyduyu geliştirmek ve fırlatmak çok pahalı olduğundan, uyduların en verimli şekilde kullanılması gerekmektedir. Bu nedenle bulutlu bölgelerin resimlerinin çekilmemesi gerekir. Bu ihtiyaçtan yola çıkarak USAF, Savunma Meteoroloji Uydu Programı’nı (Defense Meteorology Satellite Program [DMSP]) başlatmıştır. USAF’ın gözetiminde, Radio Corporation of America (RCA) firması DMSP uydularını geliştirmiştir. Spin-stabilized yöntemi ile yön kontrolünün sağlandığı ilk DMSP uydusu ise 1962 yılında fırlatılmıştır.
Amerika ICBM’lerin hedef-vurma hassasiyetini artırmak için jeodezi uyduları geliştirmiştir. Bu uydularla dünyanın şeklinden dolayı değişen yer çekimi ile bu değişimin füzenin rotası (trajectory) üzerindeki etkisini tespit etmiştir. Füzelerin hedef-vurma kabiliyetini artırmak için, füzelerin fırlatıldığı yerin ve hedef noktasının coğrafik koordinatlarını da seyrüsefer uydularından temin etmiştir.
Seyrüsefer uydularının ilk çalışma konsepti Johns Hopkins University/Applied Physics Laboratory (JHU/APL [Uygulamalı Fizik Laboratuarı]) mühendisleri tarafından, 1957’de Sputnik’ten gelen “beep” mesajlarının analiz edilmesiyle geliştirilmiştir. Daha sonra Amerikan Donanması seyir halindeki gemilerin ve füze hedeflerinin coğrafik koordinatlarını belirlemek için, APL ile seyrüsefer uydusu geliştirmek için 1959 yılında sözleşme yapmıştır. Böylece JHU/APL ilk seyrüsefer uydusu Transit-1’i geliştirmiş ve uydu 1960 yılında fırlatılmıştır. Ancak Transit uyduları yavaşça hareket eden gemiler için kullanışlı olduğu halde, çok daha hızlı hareket eden uçaklar için kullanışlı değildir. Bu nedenle Amerika tüm askeri birimlerin ihtiyacını karşılayacak ortak bir sistem geliştirmeye karar vermiş ve böylece 1970’lerde bu günkü Küresel Konumlama Sistemi (Global Positioning System [GPS]) projesini başlatmıştır.[17] GPS hizmete girdiğinde konumlama hassasiyeti düşürülerek ticari kullanıma da açılmıştır.
Amerika askeri haberleşme ihtiyacını karşılamak için haberleşme uyduları geliştirmiştir. Askeri uydular her tür koşulda çalışması gerektiğinden sivil uydulara göre daha çok güvenlik gerektirmektedir. Örneğin haberleşme hattı dışarıdan müdahalelere ve nükleer denemelerden dolayı yayılacak yüksek enerjili parçacıklara karşı korunmalı, iletişim sinyalleri şifrelenmelidir. Bu güvenlik nedenlerinden dolayı, askeriye sivil uydulardan kanallar kiralamak yerine kendi haberleşme uydularını  geliştirmiştir. Ancak günümüzde Amerika askeri haberleşme ihtiyacının bir kısmını ticari uydulardan karşılamaktadır. İlk haberleşme uydu projesi Savunma Uydu Haberleşme Programını (Defense Satellite Communications Program [DSCS]) 1960’larda başlatmış ve daha sonra DSCS-II ve III serisi uyduları geliştirmiştir. Bir nükleer savaş olması ya da uzayda bir nükleer patlama olması durumunda dahi haberleşme sağlamak için, Milstar haberleşme sistemini geliştirmiştir.[18] 
Amerika’nın geliştirdiği bir diğer askeri sistem erken uyarı uydularıdır. 1960’ların sonlarına doğru Lockheed şirketi WS-117L kapsamında kızılötesi kanalı kullanarak Füze Savunma Alarm Sistemi’ni (Missile Defense Alarm System [MIDAS]) geliştirmiştir. MIDAS bir ArGe uydusu olup amacı füzelerin fırlatma anını tespit etmektir. MIDAS sistemi oldukça başarılı olmuş ve bu çalışmadan elde edilen birikimle Savunma Destek Program’ı (Defense Support Program [DSP]) geliştirilmiştir. DSP sistemi Birinci Körfez Savaşı’nda, Irak’ın Scud füzelerini tespit etmek için kullanılmıştır.[19] 1995 yılında Amerika DSP sisteminin yerine geçecek Uzay Tabanlı Kızılötesi Sistemi (Space Based Infrared System [SBIRS]) adında yeni bir sistem geliştirmeye başlamıştır. SBIRS programında sabit yörüngeye yerleştirilecek dört uydu, bir yedek uydu, yer sistemleri ve iki adet casus uydu tarafından taşınacak sensörler geliştirilmektedir. Program  maliyetinin başlangıçta 2 milyar ABD doları olacağı hesaplanırken, bu rakam 2004 yılında 9,9 milyar ABD dolarına çıkmıştır. Ayrıca uyduların fırlatma tarihlerinde de en az altı yıl gecikme olacaktır.[20] Erken uyarı sistemleri karşı tarafın füze saldırısını önceden tespit ederek, yapılan saldırıya saldırı ile cevap verme imkanı sağladığından, nükleer caydırıcılık yaratmış ve Soğuk Savaş’ın soğuk kalmasında çok önemli bir rol oynamıştır.
Amerika erken uyarı sistemine parallel olarak Balistik Füze Önleyiciler de (Anti-Balistic Missiles [ABM]) geliştirmiştir. Ancak ABM geliştirmek ve konuşlandırmak konusunda da iki görüş ortaya çıkmıştır: Birincisi savunma gereklidir ve ahlaklıdır, bu nedenle ABM’lere devam edilmelidir. İkincisi ABM’lerin varlığı silahlanmayı ve nükleer silahın kullanılması ihtimalini daha da artıracaktır, bu nedenle bu çalışmalar durdurulmalıdır. 1970’lerde bu ikinci görüş ağırlık kazanmış; SSCB ile Amerika 26 Mayıs 1972 tarihinde ABM Antlaşmasını yapmışlardır. Bu antlaşma taraf ülkelerin en fazla yüz ABM füzesini tek bir merkeze konuşlandırmasını öngörmüştür.
Bu ABM antlaşmasına karşın, 1983 yılında Başkan Reagan ABM taraftarlarının da lobisi ile stratejik savunma projesi (Strategic Defense Initiative [SDI]) başlatmıştır. SDI projesinde uzay ve yer tabanlı savunma teknolojileri alanında ArGe yapılmış ve 1987 yılında üç ana uzay savunma konsepti belirlenmiştir. Bunlar: “Boost Surveillance and Tracking Systems,” “Space Surveillance and Tracking System” ve “Space Based Interceptor (Brilliant Pebbles).”[21] Sovyetlerin dağılmasının ardından ise SDI projesi yavaşlamış fakat sonlandırılmamıştır. Uzay ve savunma analizcilerine göre, SDI projesinin en önemli sonuçlarından birisi de dolaylı olarak Sovyet ekonomisini zayıflatarak ülkenin dağılmasına katkıda bulunmasıdır. Soğuk Savaş boyunca her iki ülke güç dengelerini koruyabilmek için biri ne yapıyorsa diğeri de aynısı ya da benzerini yapmıştır. Bu nedenle Amerika’nın SDI projesine, Sovyetler çeşitli sivil ve askeri uzay projeleri ile yanıt vermeye çalışmış; bu da zaten zor durumda olan Sovyet ekonomisini iyice zayıflatmıştır.[22]
Bu arada Brilliant Pebbles kapsamında geliştirilen teknolojilerin testlerinin yapılması, ABM antlaşması gereğince dünyada yapılması yasak olduğundan Ay’da yapılmıştır. Clementine sivil araştırma uydusu bu amaçla geliştirilmiş ve uydu da Brilliant Pebbles’da geliştirilen teknolojilerin çoğu kullanılmıştır.[23] Amerika 1990’ların sonlarına doğru nükleer füze savunma sistemleri de geliştirmiştir. Ancak Clinton yönetimi ABM antlaşmasına uymadığı için bu füzelerin konuşlandırılmasını onaylamamış, kararı bir sonraki yönetime bırakmıştır. İkinci Bush yönetimi ise Aralık 2001 yılında Kuzey Kore’nin yarattığı füze tehditine karşı gerekli önlemleri alabilmek için ABM antlaşmasına taraf olmadığını ilan etmiştir.[24] Böylece ABM sistemi konuşlandırmadaki kısıtlama ortadan kalkmıştır. ABM antlaşmasının fes edilmesi uzayın silahlanması konusunu gündeme getirmiştir. Amerika’nın ABM sistemlerini konuşlandırması, diğer ülkeleri bu ABM hattını geçebilecek daha güçlü silahlar geliştirmeye itecektir. Bu da sonuçta silahlanmayı artıracaktır.[25] Bu nedenlerle Amerika, AMB’den çekilmesi nedeni ile savaş karşıtı çevreler tarafından çokça eleştiri almıştır. Amerika anti-uydu (Anti-SATellite [ASAT] sistemleri üzerine de çalışmalar yapmıştır. Savaş sırasında ASAT’lar düşman ülkelerin en kritik uydularını (ör. istihbarat, haberleşme, erken uyarı uyduları) çalışamaz hale getirerek karşı tarafın askeri gücünü ciddi ölçüde zayıflatabilmektedir.  Bu amaçla 1960’lardan itibaren ASAT  çalışmaları da başlamıştır. SAINT (SAtellite INTerceptor) 1960 yılında başlamış, fakat 1962 yılında teknik ve finansal nedenlerle iptal edilmiştir. SAINT sistemi tamamlansaydı maliyeti o zamanın değeriyle en az 1 milyar ABD doları olacaktı. Ancak SAINT çalışmalarından elde edilen veriler, daha sonra Program 437’de kullanılmıştır. Program 437’de geliştirilen ASAT’lar da 1964 yılında hizmete girmiştir. Bu programda geliştirilen ASAT uydularında Mark 49 adında bir nükleer başlık bulunmaktadır. Bu nükleer başlık yok edilecek hedef uydunun 5-mil ya da daha yakınında patlatılarak yaydığı nükleer enerji, hedef uydunun elektronik sistemlerini bozmakta ve uyduyu bir daha çalışamaz hale getirmektedir. Program 437 SSCB ile yapılan antlaşmalar nedeniyle 1972 yılında sonlandırılmıştır.[26] Günümüzde ASAT çalışmaları yoğun bir şekilde devam etmektedir.
Amerika uydu ve füze sistemlerinin yanı sıra deneysel anlamına gelen X serisi insanlı hava-uzay araçları da geliştirmiştir. Bunlardan ilki X-15, roket propelled hava-uzay aracı olarak tanımlanmakta olup, tasarımı Langley Araştırma Merkezi (Langley Research Center), proje yönetimi USAF ve aracın üretimi ise North American tarafından yapılmıştır. Toplam 199 test uçuşu yapılmış; 47 mil irtifaya çıkarak ve saatte 4520 mil hıza ulaşarak iki tane de rekor kırılmıştır.[27] X-15’in ardından insanlı uzay araçlarının  bombalama, istihbarat, ASAT gibi potansiyel askeri uygulamalarını tespit etmek için 1958 yılında DynoSoar projesi başlamıştır. Martin ve Boeing firmaları tarafından geliştirilen DynoSoar, daha sonra Savunma Sekreteri McNamara tarafından, fizibil olmadığı gerekçesi ile iptal edilmiştir.[28] Nedeni ise DynoSoar’un yapacağı bütün misyonların, uydularla çok daha ucuza yapılabilecek olmasıdır. Amerika günümüze kadar yüksek hızda uçan pek çok X-serisi hava-uzay araçları geliştirmiştir.
1960’larda USAF uzay istasyonlarının saldırı ve savunma amaçlı potansiyel kullanımlarını tespit etmek için MOL uzay istasyonu (Manned Orbiting Laboratory) projesine başlamıştır. Ancak fayda-maliyet açısından fizibil olmadığından, 1969 yılı Haziran ayında iptal edilmiştir. MOL’dan edinilen teknik bilgiler daha sonra Skylab ve Uluslararası Uzay İstasyonu (International Space Station [ISS])  projelerinde,  DynaSoar’dan elde edilen bilgiler de Space Shuttle’da kullanılmıştır.
İlk uzay savaşı: Birinci Körfez Savaşı. Askeri uyduların ilk operasyonel uygulamasının yapıldığı ve bu nedenle ilk uzay savaşı” olarak adlandırılan Birinci Körfez Savaşı’nda, askeri uzay teknolojilerinin stratejik öneminin yanısıra, taktik önemi de ortaya çıkmıştır. Haberleşme, seyrüsefer, meteoroloji, füze erken uyarı sistemleri ve keşif uyduları savaş sırasında taktiksel ve stratejik olarak Amerika ve dostlarına büyük katkılar sağlamıştır. Örneğin Amerika, DSP erken uyarı uyduları ile Irak’ın Scud füze saldırılarını önceden tespit edebilmiştir. Bu uydular, böylece Amerika ve dostlarına erken uyarı imkanı sağlamıştır. DSP’ler bunu şöyle başarmıştır: Scud füzeleri kalkıştan hedefe ulaşana kadar yedi dakika harcamaktadır. DSP uyduları bu sürenin ilk beş dakikasında füze saldırısını tespit etmiş ve saldırı bilgisini Amerika’nın Colorado/Cheyenne’de bulunan Kuzey Amerika Uzay-ve-havacılık Savunma Organizasyonu’na (North American Aerospace Defense Organization [NORAD]) iletmiştir. Gelen veriyi analiz eden NORAD, füze saldırı bilgisini haberleşme uyduları aracılığı ile Amerika’nın Ortadoğu’daki birlik ve dost ülkelerine iletmiştir. Böylece beşinci dakikadan itibaren dost ülkelerde Irak’tan bir füze saldırısı olduğunu dair sirenler çalmaya başlamıştır. Bu sirenler insanlara, gelen füzelere karşı korunmak ve daha güvenli bir yer bulmak için iki dakikalık bir süre kazandırmıştır. Ayrıca Patriot ABM’leri ile Scud füzelerine karşı da bir savunma ağı oluşturulmuştur. Toplamda DSP uyduları sayesinde Amerika ve dostları bu savaşta daha az zarar görmüştür.[29]
Haberleşme ve DSP uyduları kadar GPS seyrüsefer uyduları da savaşta çok önemli bir rol almıştır. Savaşta GPS’lerle askeri konvoylar kendi konumlarını sürekli olarak tespit edebilmiştir. Ayrıca gemi ve uçaklar GPS ile donatılarak hem kendi konumları hem de vuracakları hedeflerin konumlarını tespit etmiştir. Ancak çok ilginç bir şekilde GPS’in bu kullanım alanlarının bilinmesine karşın, Amerikan birlikleri savaşa sadece toplam bin adet GPS alıcısı ile birlikte gelmiştir. Ancak  savaşın başlaması ile birlikte beklemedikleri bir şekilde GPS ihtiyaçları 13.000 adete çıkmıştır.  Askeriye bu kadar talebi kısa süre içinde karşılayamadığından dolayı, sivil GPS alıcıları satın almak ve kullanmak zorunda kalmıştır. Hatta bu nedenle Amerika GPS uydularına askeri şifreleme uygulayamamış; böylece Irak’ın da savaş sırasında GPS’den faydalanmasına olanak sağlamıştır.
Savaşta DMSP meteoroloji uyduları da savaş operasyonlarının planlanmasına büyük katkı sağlamıştır. Yapılan hesaplara göre DMSP uyduları sayesinde Amerika, Körfez Savaşı’nda 250 milyon ABD doları tasarruf sağlamıştır.[30] Birinci Körfez Savaşı’nın ardından bütün dünyada uzayın askeri önemi artmış; askeri uzay pazarı büyümeye ve bu sistemler için diğer ülkelerden talepler artmaya başlamıştır.[31]
Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve uzayın kontrolü. Birinci Körfez Savaşı’ndan altı ay kadar sonra, SSCB dağılmış ve Soğuk Savaş sona ermiştir. Bu değişimle oluşan yeni dünya düzeni dengeleri içinde uzayın askeri açıdan taktiksel önemi ön plana çıkmış, Amerika’da uzayın kontrolü tartışmaları gündeme gelmiş, uzay-savunma harcamalarında tasarruf sağlayacak yöntemler geliştirilmeye çalışılmış ve ikili kullanımlı teknolojiler yaygınlaşmaya başlamıştır.
Amerika’nın uzayda pek çok sivil, askeri ve ticari uydusu bulunmakta ve bunların çalışır durumda olması, Amerika için çok büyük ekonomik ve askeri önem taşımaktadır. Özellikle GPS, haberleşme ve meteoroloji uyduları dahil uzaydaki sistemlerin zarar görmesi, sadece Amerika’yı değil dünyadaki pek çok ülkeleyi olumsuz etkileyecektir. Bu nedenle Amerika’nın bu uydulara bağımlılığı arttıkça, bu sistemlerin düşman ülkeler için hedef olma olasılığı da artmıştır. Dolayısıyla Amerika, bu sistemlerin mutlaka korunması gerektiğine inanmakta ve bunun için de uzayı kontrol etmesi gerektiğini düşünmektedir. Bununla ilgili olarak Amerika’da, ülkenin uzayda etkin güç olması gerektiği konusunda askeri çevrelerce görüşler bildirilmekte ve bu konuda ortak bir politika oluşturulmaya çalışılmaktadır. Uzayın kontrolü tartışmaları, İkinci Bush Yönetimi sırasında gündeme gelmiştir.[32]
Soğuk Savaş sonrasında uzay harcamalarında tasarruf sağlamak için Amerikan yönetimi, DMSP ile National Oceanic and Atmospheric Administration (NOAA) sivil meteoroloji uydularını birleştirmiş, ortak National Polar-orbiting Operational Environmental Satellites (NPOES) sistemini geliştirmiştir. 1994 yılında uygulamaya konulan bu sistemle, Amerika’nın 1,6 milyar ABD doları tasarruf sağlayacağı hesaplanmıştır. Halihazırda 2001 yılı itibari ile 670 milyon ABD doları tasarruf sağlanmıştır.[33] Bu ortak sistemden askeri ve sivil kurumlar birlikte faydalanmaktadır. Ayrıca USAF haberleşme ihtiyacının bir kısmını ticari uydulardan kanallar kiralayarak karşılamaktadır.[34] Böylece önemli miktarlarda tasarruf sağlanmıştır. Körfez Savaşından günümüze kadar Amerika’nın askeri amaçlı ticari haberleşme uydularını kullanım oranı sürekli artış göstermektedir.[35]
Ayrıca Soğuk Savaş’tan sonra Amerika bazı ikili kullanımlı teknolojileri ve bu teknolojilerden elde edilen hizmetlerin yabancılara transferi konusunda daha esnek davranmaya başlamıştır. Bu yaklaşımın nedeni Soğuk Savaşı’ın ardından azalan savunma harcamaları ile gerileyebilecek olan havacılık-ve-uzay endüstrisini güçlü tutabilmek için yeni kaynaklar yaratmaktır. Görünürde bu yaklaşım bazı teknolojilerin yayılımına neden olsa da, toplamda Amerikan uzay endüstrisine yeni pazarlar yaratarak, bu alandaki teknolojik liderliğini korumasına önemli katkı sağlamıştır.[36]


Sivil uzay çalışmaları

Sputnik, 1957. 4 Ekim 1957 yılında SSCB tarafından fırlatılan Sputnik-1 Amerika açısından ülke güvenliğinin ve uluslararası arenada kapitalist sistemin yeterliliğinin sorgulandığı politik ve yaşamsal bir sorun yaratmıştır. Amerikan halkı Sputnik’i uzaya fırlatabilen SSCB’nin uydu fırlatma araçlarını kullanarak Amerikaya nükleer bomba atacağından korkmuş ve halk arasında büyük bir panik başlamıştır. Amerikan hükümeti ise SSCB’nin uzay alanında gösterdiği bu başarının dünya devletlerinin komünist rejimin bilimsel ve teknolojik ilermeye kapitalizmden daha elverişli olduğunu düşünmelerine yol açabileceğinden dolayı endişe duymuştur.[37] Dünyada böyle bir düşüncenin hakim olması, komünizmin yayılmasına, dolayısıyla kapitalizmin sonunun gelmesine neden olacağından Amerika için büyük bir tehlikelidir.[38]
NASA’nın kuruluşu. Amerika Sputnik olayına askeri ve politik düzeyde yanıtlarını vererek ülke güvenliğini güçlendirmeye ve dünyada Amerika’nın prestijini artırmaya çalışmıştır. Bu kapsamda yaptığı girişimlerden birisi de 1958 yılında Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi’ni (National Aeronautics and Space Administration [NASA]) kurmasıdır.[39] NASA sıfırdan kurulmuş bir kurum olmayıp, Amerika’da halihazırda havacılık, roket ve uydular üzerine çalışmalar yürüten sivil ve askeri araştırma merkezlerinin bir araya getirilmesi ile oluşturulmuştur. 1915 yılında kurulan National Advisory Committee for Aeronautics (NACA), araştırma laboratuarları (Langley, Ames ve Lewis Araştırma Laboratuarları) ile birlikte NASA’nın çekirdeğini oluşturmuştur. Daha sonra NACA-Langley Araştırma Laboratuarı’ndan bir grup yönetici ve mühendis 1962 yılında Houstan’a gönderilerek burada bugünkü Johnson Space Center kurulmuştur. Caltech kampüsünde yer alan ve o zamanlar sadece füzeler üzerine çalışmalar yapan JPL de NASA’ya katılmıştır. Ancak JPL organik olarak hala Caltech’e bağlı olup çalışanlar maaşlarını buradan almaktadır. NASA ile ilişkisi ise NASA’nın projelerini yapmasıdır. NASA’ya katılan bir diğer kurum da ABMA’dır. ABMA orduya bağlı askeri bir birim olup, çalışanların çoğu Alman roket uzmanlarından oluşmaktadır. AMBA daha sonra bugünkü Marshall Spaceflight Center olmuştur. Geliştirilen roketleri fırlatmak için AMBA’dan bir grupla daha sonra Kennedy Space Center kurulmuştur. Naval Research Center’da Amerikan Donanma’sına bağlı bir araştırma merkezi olup, uydu ve roket sistemleri üzerine çalışmalar yürütmüştür. Naval Research Center bugünkü Goddard Space Flight Center’ın çekirdeğini oluşturmuştur.[40]
NACA kuruluşundan itibaren havacılık alanında ArGe yapmış, havacılık endüstrisinin karşılaştığı teknik problemlere çözümler getirmiştir. 1950’lerde ise yürüttükleri X-1 ve X-15 gibi süpersonik uçaklar ve roket çalışmalarından esinlenerek, NACA-Langley mühendisleri insanlı uzay uçuşları üzerine ArGe yürütmeye başlamışlardır. Bu ArGe çalışması daha sonra NASA’nın kurulması ve uzayın bir propoganda yarışına dönüşmesinin ardından, hükmetin direktifi ile Mercury projesine dönüştürülmüştür. Mercury sistemi ICBM savaş başlığından geliştirilmiş yaşam kapsülü ile bu kapsülü yörüngeye taşıyacak Atlas roketinden oluşmaktadır.[41] Mercury-5 Mayıs 1961 yılında Alan Shepard’la ilk başarılı insanlı uzay uçuşunu yapmıştır.
Apollo programı. 1961 yılının başında Amerika’nın prestiji iki önemli olayla sarsılmıştır. İlkinde Sovyet kosmonot Yuri Gagarin 12 Nisan 1961 yılında uzaya çıkmış ve bu nedenle SSCB uzayda büyük bir başarı daha kazanmıştır. İkincisinde SSCB Küba’ya gizlice orta menzilli füzeler (Intermediate Range Ballistic Missiles) yerleştirmeye başlamış ve Amerika casus uçakları ile durumu tespit etmiştir. Bunun üzerine Küba’ya Bay of Pigs çıkarmasını yapmış, fakat çıkarma fiyasko ile sonuçlanmıştır. Her iki olay sonucunda büyük prestij kaybeden Amerika, durumu düzeltmek için ya da en azından durumun yarattığı vehametin etkisi ile, SSCB’yi prestij açısından büyük farkla önüne geçebileceği bir proje arayışına girmiştir. Böylece Apollo projesi başlamıştır. Apollo projesi kararı bazı ön araştırmaların neticesinde alınmıştır. Amerika önceden Sovyetlerin uzay yeteneklerini incelemiş ve onları sadece Ay’a insan gönderme yarışında yenebileceğini tespit etmiştir. Ay’a insanlı yolculuk yapmak devasa büyüklükte roketler ve çok ileri teknoloji gerektiren uzay araçları gerektirdiğinden, o zamanın şartlarında bu sistemleri kısa sürede geliştirmek teknik ve yönetimsel açıdan çok zordur. Bu nedenle bu sistemleri daha kısa sürede geliştirebilen Ay’a ilk giden olacak, dolayısıyla bu başarıdan gelecek prestiji de o kazanacaktır.
Amerika’nın insanlı uzay uçuşları alanındaki deneyimi ve teknolojisi, Ay’a insanlı yolculuk için yeterli olmadığından, Mercury’den Apollo’ya kolayca geçiş yapmasını sağlayacak bir ara projeye ihtiyaç duyulmuştur. Gemini projesi bu şekilde ortaya çıkmıştır. Gemini ile Amerika uzay yürüşleri, yörünge değiştirme, uzayda birleşme (docking) gibi Apollo için gerekli yetenekleri geliştirmiştir. Gemini ve Apollo projeleri aynı zamanlarda başlamıştır. Ancak 1960’ların ortasına gelindiğinde Apollo projesinde proje yönetimi hatalarından kaynaklanan büyük maliyet artışları olmuş ve proje takvimi uzamaya başlamıştır. Bu sorunlar Kennedy’nin koyduğu 1970’den önce Ay’a ayak basma hedefini büyük risk altına aldığı gibi maliyeti de yükseltmiştir. Bu sorunların çıkmasının nedeni NASA’nın böyle büyük ölçekte bir proje yönetimi deneyiminin olmamasıdır. Bu dönemde USAF, ICBM projesinde etkili proje yönetimi yetenekleri geliştirmiştir. Bunun üzerine NASA, USAF’dan hem proje yönetim metodlarını transfer etmiş hem de USAF’ın bu alandaki güçlü isimlerini Apollo projesinde kritik görevlere getirmiştir. Bu transferler ve George Muller’in Apollo’da her bir alt-sistemi ayrı ayrı test etmek yerine, sistemi komple bütün olarak test etme (all up testing) yöntemini geliştirmesi ile  proje kontrol altına alınmıştır.
Apollo’nun Ay’a iniş yapabileceği yerleri tespit etmek için JPL tarafından bir dizi robotik ve gözlem uyduları geliştirilmiştir. Bunlar arasında Ranger, Lunar Orbiter ve Surveyor uyduları yer almaktadır. Ranger 1959 yılında, SSCB ile yarışın bir parçası olarak geliştirilmeye başlamış ve Apollo programının başlaması ile birlikte de hız kazanarak Ay misyonunun bir parçası haline gelmiştir. JPL tarafından yürütülen Ranger projesinde çok büyük yönetim hatalarından dolayı arka arkaya altı başarısız deneme olmuştur. İlk iki Ranger, fırlatma aracının başarısız olmasından dolayı, diğer dördü de uyduların kendisinden kaynaklanan hatalar yüzünden başarısız olmuştur. Yapılan incelemeler, Ranger’da proje yönetiminin ve sistem mühendisliğinin gereklerinin uygulanmadığını (aslında o zamanlar bu yöntemler henüz keşfedilmekteydi) göstermiştir. Proje yönetimindeki temel hatalar düzeltildikten sonra JPL, Ranger uydularında başarı elde edebilmiştir.[42]
Apollo projesinde yapılan çalışmalar sonuçlarını vermiş ve 20 Temmuz 1969 yılında Neil Armstrong Ay’a ayak basarak Amerika’ya büyük prestij kazandırmıştır. 1969 ile 1972 yılları arasında Ay’a başka yolculuklar da gerçekleştirilmiştir. Bu misyonlarda Ay hakkında pek çok bilimsel keşifler yapılmış ve dünyaya  incelenmek üzere pek çok toprak örneği getirilmiştir.  Apollo projesi dünya uzay tarihinin en büyük projelerinden birisi olmuştur. Projede yirmibinden fazla alt yüklenici ile üçyüzbinden fazla kişi çalışmış[43] ve bu günün değeri ile yaklaşık 120 milyar ABD dolarından fazla para harcanmıştır. Apollo’nun ardından Satürn roketinin (Apollo uzay aracını fırlatan roket) bazı gövde parçalarından Skylab uzay istasyonu geliştirilmiştir. Skylab için yaklaşık 2,5 milyar ABD doları harcanmıştır. Amerika ayrıca uzayda SSCB ile “Soyuz-Apollo” buluşmasını gerçekleştirmiştir.
Haberleşme uyduları. 1960’ların başında kamusal amaçlı haberleşme ve meteoroloji uydu projeleri başlamıştır. Ekonomik geitirileri nedeni ile NASA’nın yanısıra özel şirketlerden de haberleşme uydularına büyük ilgi olmuş; ilk aktif haberleşme uydusu Telstar, AT&T’nin Bell Laboratuar’ında geliştirilerek 1962 yılında NASA tarafından fırlatılmıştır. NASA ise uydu üreticisi firmalar ile sözleşmeler yaparak haberleşme uyduları alanında ArGe’ler yaptırmıştır. Bu kapsamda RCA fiması Relay, Hughes Aircraft Company firması da Syncom haberleşme uydularını geliştirmiştir. Bu sırada AT&T firması ekonomik gücü ve teknik yetenekleri ile uydu haberleşmesi sektörünü ele geçirecek kadar ilerlemeye başlamıştır. Kennedy hükümeti ise AT&T’nin haberleşme uyduları alanında iletişim hizmeti üreten tek firma durumuna gelerek, pazarın monopolik bir yapıya dönüşmesinden büyük endişe duymuştur. Sektörde tek bir üreticinin olması (monopoly), serbest pazar felsefinin prensiplerine göre ülke kaynaklarının verimsiz kullanımına neden olduğu için tercih edilen bir durum değildir. Bu nedenle Kennedy hükümeti 1962 yılında Communications Satellite Act yasasını çıkarmış ve ComSat adında, halkın ve diğer haberleşme şirketlerinin de hisse sahibi olduğu yeni bir şirket kurmuştur. Haberleşme uydularından verilen hizmet bu şirketin tekeline verilmiştir. Daha sonra ComSat,  uluslararası INTELSAT şirketinin kurulmasını sağlamıştır. INTELSAT’ta ComSat hissesinin fazlalığı sayesinde, Amerika 1970’lerde dünyadaki haberleşme uydu sektörünü kontrol edebilmiş ve bu sektörde lider duruma gelmiştir.[44]
Meteoroloji uyduları. 1960’larda meteoroloji uyduları da geliştirilmiş ve kamusal hizmet vermeye başlamıştır. RCA firması tarafından geliştirilen ilk meteoroloji uydusu TIROS-1 1961 yılında fırlatılmıştır. 1970 yılına kadar sekiz tane TIROS serisi ve sekiz tane Environmental Science Services Administration (ESSA) serisi uydu fırlatılmıştır. ESSA uyduları da yine RCA firması tarafından geliştirilmiştir. 1970’lerde ayrıca daha ileri teknolojiler içeren NOAA ve Geostationary Operational Environmental Satellites (GOES) serisi meteoroloji uyduları ve INTELSAT şirketi kanalı ile de Amerikan firmaları tarafından INTELSAT serisi haberleşme uyduları geliştirilmiştir. Bu günkü Space Systems Loral’in önceki sahibi olan Ford Aerospace, INTELSAT’ın bazı uydularını ve GOES uydularını geliştirmiştir. RCA firması ise NOAA serisi uyduları geliştirmiştir. Meteoroloji uydularını geliştirmek için NASA ve NOAA kurumu birlikte hareket etmiştir. Meteoroloji uyduları NASA kontrolünde, ana-yükleniciler tarafından geliştirilmiş ve NOAA tarafından işletilmiştir.
Uzay Mekiği ve fırlatma sektörü. Apollo projesinin sona ermesinin ardından NASA, Apollo gibi büyük ölçekte yeni proje arayışlarına başlamış ve hükümete çeşitli proje önerilerinde bulunmuştur. Bunlar arasında 100 milyar ABD dolarlık Mars’a yolculuk, oniki astronotun yaşayabileceği uzay istasyonu, nükleer enerji ile çalışan roketler, Ay yörüngesinde hareket eden uzay istasyonu yer almaktadır. Fakat pahalılığı, ülkenin içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik koşullar ve Amerika’nın Apollo ile politik hedeflerini gerçekleştirmiş olması nedeniyle bu projelerin hiç birisi politikacıların ilgisini çekmemiştir. Ayrıca 1970’lerde Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü’nün petrol ambargosunun yol açtığı ekonomik zorluklar ve ülkenin diğer sosyal ihtiyaçları da (özellikle artan çevresel kirlenme) Amerika’nın sınırlı kaynaklarını büyük uzay projelerine ayırmasını engellemiştir.
Ancak bu şartlara rağmen NASA, Uzay Mekiği (Space Transportation System ya da Space Shuttle) projesi için politik destek alabilmiştir. Bu desteğin verilmesinin çeşitli nedenleri vardır: Birincisi Soğuk Savaş hala devam etmekte ve Amerika SSCB’nin yeni uzay başarılarına karşı prestijini korumalı veya en azından gerisinde kalmamalıdır. İkincisi Uzay Mekiği veya bir başka insanlı uzay programının onaylanmaması insanlı uzay uçuşlarının sona ermesine, dolayısıyla binlerce çalışanı ile bir teknoloji kurumu haline gelen NASA’nın küçülmesi ve önemini yitirmesine, pek çok yetenekli mühendisin işsiz kalmasına ve uzay endüstrisinin bulunduğu bölgelerde ekonomik çevrimin olumsuz etkilenmesine yol açacaktır. Bu durum ayrıca genel olarak Amerika’nın uzay alanındaki liderliğini de tehlikeye atacaktır. Üçüncüsü Amerika’da Soğuk Savaş boyunca ülkenin ulusal birliğini güçlendirmek, halka manevi destek ve moral vermek için sürekli olarak kahramanlar yaratılmıştır. Astronotlar bu açıdan en ideal kahramanlardır ve bu nedenle insanlı uzay uçuşları gereklidir. Ayrıca Başkan Nixon bu projeye engel olarak, Amerikan tarihinde insanlı uzay uçuşlarını baltalayan bir politikacı olarak anılmak ve bunun doğurabileceği beklenmedik politik faturaları ödemek zorunda kalmak istememiştir.
Diğer yandan NASA ise projenin onaylanmasını sağlamak için değişik bir strateji izlemiştir. Uzay Mekiği’ni yılda altmış uçuşla tekrar kullanılabilir bir araç olarak tasarlamıştır. Bu şekilde uzaya erişim maliyetini büyük oranda düşürmeyi hedeflemiştir. Ancak sık uçuş yapılabilmesi için uydu fırlatma talebinin yüksek olması ve bütün askeri, sivil ve ticari dahil Amerikan uydularının Uzay Mekiği ile fırlatılması gerekmektedir. Bu gereksinim neticesinde NASA “sadece Uzay Mekiği (only Shuttle) politikasını gündeme getirmiş ve bunun gereği olarak  askeri uyduları fırlatabilmek için USAF’e işbirliği talebinde bulunmuştur. USAF Uzay Mekiği’nin hem askeri uyduları fırlatacak kapasiteye sahip olması hem de bazı askeri operasyonları yapacak (ör. uzayda diğer uydulara erişebilmek ve onları incelemek, manevra yeteneğine sahip olmak ve böylece farklı havaalanlarına iniş yapabilmek gibi) şekilde geliştirilmesi halinde, askeri uydularını NASA’nın fırlatmasına izin vermiştir.[45] İşin ilginç yanı bu manevra yeteneği nedeniyle, SSCB politikacıları Uzay Mekiği’ni sivil görünümlü askeri bir uzay aracı olduğunu sanmasıdır. Bu nedenle Sovyetler, Uzay Mekiği’ni fayda-maliyet açısından incelediklerinde, fizibil olmadığı sonucuna vardıkları halde yine de Uzay Mekiği’nin benzeri Buran-Energia sistemini geliştirmişlerdir.[46] Uzay Mekiği hizmete girdiğinde bütün uyduları fırlatacağından dolayı, Titan ve Atlas gibi tek kullanımlı fırlatma araçlarına da ihtiyaç kalmamıştır. Bu nedenle Savunma Departmanı (Department of Defense [DoD]) tasarruf için bu roketleri, aşamalı olarak üretimden kaldırma kararı almıştır.[47]
Ancak Kongre  proje için beklenenin yarısı kadar bir bütçe verince (5,5 milyar ABD doları), Uzay Mekiği tasarımında değişikliğe gidilmiş ve yarı-tekrar kullanılabilir olarak geliştirilmiştir. Bu da uçuşlar arasındaki hazırlık süresini artırmış, neticede iddia edildiği gibi yılda altmış uçuşu imkansız kılmıştır. Böylece işletme maliyeti aynı ancak uçuş sıklığı seyrek olacağından, fırlatma maliyeti de düşmeyecektir.[48] 1983 yılında USAF, çıkan teknik sorunları nedeniyle uzaya erişimde Uzay Mekiği’ni kullanmayı askeri açıdan uygun bulmayarak Delta, Titan ve Atlas’ın daha ileri sürümleri için siparişler vermiştir. DoD Titan-3 ve Titan-34D fırlatma sistemlerini satın almış, eski Titan-2 ICBM’leri küçük uydu fırlatma sistemine dönüştürmüştür. Ayrıca Martin Marietta firması da ağır yükleri uzaya fırlatabilecek Titan-4 roketini geliştirmeye başlamıştır. 1984 yılında ise Reagan yönetimi Commercial Space Launch Act yasasını onaylayarak, özel firmaların ticari fırlatma sistemleri işletmesinin önünü açmıştır. Challanger kazasının ardından 1988 yılında onayladığı yeni politika ile de NASA’yı ticari olarak fırlatma hizmeti vermekten men etmiş ve böylece devlet birimlerinin uydu fırlatma sektöründe özel firmalarla rekabetini sonlandırmıştır.[49] Uzay Mekiği projesinin Amerikan fırlatma sektörü üzerinde çok olumsuz etkileri olmuştur. “Sadece Uzay Mekiği” politikası ile devlet, tek kullanımlı roketlere yeni yatırımlar yapmamış ve bu nedenle fırlatma roketleri teknolojik olarak on – onbeş yıl geri kalmıştır. Ayrıca Uzay Mekiği projesi önerisinin yapıldığı yıllarda yapılan analizler, Mekiğin iddia edilen sıklıkta uçuş yapmasının, talep edilen bütçe sağlansa bile teknik olarak mümkün olmadığını ileri sürsede, NASA bu eleştirileri dinlemeyerek, projenin yapılmasında ısrar etmiştir.
Landsat. 1970’lerde sivil uydu çalışmaları da sonuçlarını vermeye başlamış ve 1972 yılında Landsat uydusu fırlatılmıştır. Uydu verileri dünyanın pek çok yerinden kullanıcılar tarafından kullanılmıştır.[50] Landsat’ın bu başarısı politikacıların dikkatini çekerek, uydunun aşamalı olarak özelleştirilmesi gerektiğini gündeme getirmiştir. Amerika’nın ekonomi felsefesi özel şirketlerin devletten daha verimli çalıştıklarını, bu nedenle devlet tarafından geliştirilen teknolojilerin operasyonel hale geldiklerinde özelleştirilmesi gerektiğini ileri sürmektedir.[51] Bu görüşü yoğun bir şekilde benimseyen Reagan yönetimi, 1982 yılında Landsat’ı özelleştirmiştir. Ancak uzaktan algılama pazarı yeteri kadar büyük olmadığı için, özelleştirme başarısız olmuştur. Görüntü fiyatlarında ciddi artışlar başlamış ve Landsat’ın kullanımı azalmaya başlamıştır. 1986 yılında ise Fransa SPOT’u fırlatarak, Landsat’a rakip olmuştur. Ancak Landsat’ın aksine, SPOT Fransa hükümeti tarafından sübvanse edildiğinden dolayı, görüntüler gerçek pazar değerinin çok altında satılmıştır. Bu da Landsat’ı iyice pazarın dışına sürmüştür. Durumu düzeltmek için, 1992 yılında Landsat yeni bir yasa ile tekrar hükümet kontrolüne geçmiştir.[52] Şu anda ise var olan Landsat uydularının ömrü dolmakta ve yeni uyduları kimin nasıl finansa edeceği henüz belli değildir.
ISS. Uzay Mekiği’nin 1981 yılındaki başarılı uçuşundan sonra NASA’nın yeni bir projeye ihtiyacı vardır. Bu proje de bir uzay istasyonudur. Uzayda istasyon projesi NASA’nın kuruluşundan beri ajandasında olan bir konudur ve Uzay Mekiği’nin geliştirilmesindeki temel nedenlerden birisidir. Reagan’nın yönetime gelmesinin ardından NASA ve havacılık-ve-uzay endüstrisi liderleri, koalisyon içinde hareket ederek Space Station Freedom projesini onaylatmışlardır. NASA’nın kurumsal çıkarı, Uzay Mekiği’nin ardından büyük ölçekte yeni bir insanlı uzay programı başlatmak ve böylece kurumun varlığını ve prestijini korumak ve aynı zamanda uzay alanında teknolojik ve bilimsel kazanımlar elde etmektir. Havacılık-ve-uzay endüstrisinin çıkarı ise yeni sözleşmelerdir. Reagan’ın ise böyle bir projeyi onaylamadaki temel motivasyonu, uzay istasyonlarını Amerika’nın gücünü gösteren bir sembol olarak görmesidir. Bu durum politika analizcileri tarafından demir üçgen (iron triangle) modeli ile açıklanmaktadır. Üçgenin her bir ayağını oluşturan aktörler ise bürokratik kurum, endüstriler ve politikacılardır.[53] Uzay istasyonu projesi 1984 yılında Kongre tarafından onaylanmıştır. Başlangıçta hesaplanan maliyet ise 8 milyar ABD dolarıdır. Fakat 1987 yılında maliyet iki katına çıkmış ve her geçen yıl daha da artmıştır. Artan maliyetin etkisi ile NASA, dost ülkeleri projeye katılmaları için davet etmiş ve bunun üzerine 1989 yılında ESA, Kanada ve Japonya uzay istasyonu projesine  katılmıştır. Bu ülkelerin katılımı ile uzay istasyonu bir uluslararası projeye dönüşmüş ve adı da ISS olarak değiştirilmiştir. Ancak Amerika’da yapılan araştırmalar, ISS’in uzay bilimleri açısından hiç bir önemli getirisi olmadığını, bunun yerine istasyonun sadece insanlı uzay uçuşları araştırmasına yoğunlaşması gerektiğini belirtmiştir. 1991 yılında ise bilim çevreleri ISS ile ülke kaynaklarının israf edildiğini ileri sürerek projeyi eleştirmişlerdir. Bu eleştirilerin ve sürekli artan proje maliyetinin etkisi ile ISS iptal edilmenin eişiğine kadar gelmiştir. Clinton yönetimi zamanında, ISS projesi  kongredeki oylamada sadece bir oy farkla iptal edilmekten kurtulmuştur.
1993 yılında ISS’e Rusya’da Mir-2 ile katılmıştır. Amerika bu işbirliğinden Rusya’nın serbest piyasa ekonomisine entegre olmasına yardımcı olmayı, Rusya ile işbirliği yapmaya ve Rus uzay mühendislerini meşgul ederek üçüncü dünya ülkeleri için füze sistemleri geliştirmesini azaltmayı hedeflemiştir. ISS projesinde, özellikle proje hedefinin tam olarak belirli olmamasından dolayı[54] önemli yönetim aksaklıkları çıkmış ve bu da maliyet artışlarına yol açmıştır.[55]
 Faster Better Cheaper felsefesi. ISS projesinin sürekli artan maliyetini karşılamak için, NASA diğer projelerde, özellikle gezegenlerin keşfi alanında bütçe kısıtlamalarına gitmiştir. Bu kısıtlamaların yanı sıra 1993 yılında 800 milyon ABD doları değerindeki Mars Observer uydusu teknik bir hata yüzünden başarısız olmuştur. Bu iki olayın etkisi ile dönemin NASA başkanı Dan Goldin,[56] yeni bir yönetim felsefesi geliştirmiştir. Tam olarak metodu belli olmayan bu felsefe, daha kısa sürede daha az bütçe ile daha iyi (faster-better-cheaper) uydular geliştirilebileceğini ileri sürmüştür. Bu yaklaşımda maliyeti düşürmek için, sistem mühendisliği metodlarının yerini takım çalışması almıştır.[57] Yapılan ilk projelerde başarılar elde edildiyse de, daha sonra geliştirilen uydularda arka arkaya başarısızlıklar olmuş ve bu nedenle 2000’li yılların başında sessiz bir şekilde bu modelden, pek çok teknoloji yönetimi dersleri alınarak vazgeçilmiştir.
Columbia kazası ve sonuçları. Challanger kazası, NASA’nın yönetim sisteminin ve kurumsal kültüründeki değişimin sorgulanmasına yol açmıştır. Ancak 2003 yılında olan Columbia kazası, NASA’nın insanlı uzay uçuşları ile ilgili yönetim sistemindeki önemli bazı aksaklıkların hala devam ettiğini ortaya koymuştur.[58] NASA halen yeni bir yönetim anlayışı geliştirmeye ve kurumsal kültürünü ise yaptıkları işe uygun hale getirmeye çalışmaktadır. Columbia kazasının sonuçlarından birisi de Uzay Mekiğinin 2010 yılında ISS’i tamamladıktan sonra emekli edilmesidir.[59] Ülkenin yeni hedefi ise Ay’a geri dönüş ve Mars’a insanlı yolculuklardır.

Uzay organizasyonu
            Amerika’nın uzay çalışmaları genel olarak şu grupların etkisi ile gelişmiştir: Başkan ve Kongre başta olmak üzere, ülkenin uzay çalışmaları üzerinde söz sahibi olan ve uzay projelerini bütçelendiren devlet birimleri; DoD ve NASA başta olmak üzere, ülkenin uzay politikasının oluşmasına yön veren ve uygulayan, uzay teknolojisini satın alan ya da geliştirten kurumlar; uzay teknolojilerini geliştiren havacılık-ve-uzay endüstrisi; uzay sektörü için yetişmiş insan kaynağı sağlayan ve ArGe ile yeni teknolojiler yeni fikirler geliştiren akademik kurumlar; teknik, politik ve stratejik analizler yapan veya yayınlayan firma ve kar amacı gütmeyen araştırma kurumlarıdır (Şekil 2-2).
Araştırma kurumları pek çok konuda kavramsal düzeyde analizler yaparak teknik, yönetimsel ve ekonomik problemleri tespit etmekte ve çözümler üretmektedir. Örneğin 1948 yılından bu yana görev yapan ve disiplinlerarası bir yapıya sahip olan RAND, hem kendi belirlediği hem de askeri ve sivil kurumların ihtiyaç duyduğu alanlarda “politik analizler” yapmaktadır.[60] RAND kuruluş yıllarından pek çok teknolojik buluşlar da (Internet, casus uydular, video kodlama, savaş oyunları, reduntant haberleşme sistemleri) yapmıştır.[61]
            Ayrıca JPL ve JHU/APL, Massachusetts Institute of Technology (MIT) dahil çeşitli araştırma enstitüleri ve üniversiteler, NASA ve DoD için veya uluslararası işbirlikleri kapsamında teknolojiler geliştirmektedir. Günümüze kadar akademik kurumlar tarafından pek çok teknoloji geliştirilmiştir. Üniversiteler ve şirketler hem sivil hem de savunma alanında uzay çalışmaları yürüttüklerinden, teknik yeteneklerini her iki alandaki projeler için de kullanmıştır. Böylece dolaylı olarak askeri ve sivil çalışmalar arasında eşgüdüm sağlanmış ve kaynaklar daha verimli kullanılmıştır. Diğer yandan uzay alanında edinilen bilgi ve teknolojilerin uzay ekonomisi içinde yayılımı da oldukça hızlıdır. Konferanslar, SpaceNews gibi haftalık uzay gazeteleri, çeşitli topluluklar vb. araçlar bilginin yayılımını hızlandırmaktadır. Ayrıca politikacılar-ve-bilimadamları, askerler-ve-bilimadamları arasında yakın diyaloglar kurulmuş ve bu diyaloglar çeşitli yollarla kurumsallaştırılmıştır.


Şekil 2‑2 Amerika’nın uzay yapılanması[62]

Uzay çalışmalarında ArGe’de ihale yöntemi. Amerika Adam Smith’in geliştirdiği serbest pazar felsefesine dayanarak özel girişimcilerin, teknolojiyi geliştirme ve işletmede devletten daha verimli olduğuna inanır. Bu inançla uzay teknolojileri de dahil olmak üzere, bütün kamu ihtiyaçlarının birçoğunu firmalar aracılığı ile karşılamaktadır. Böylece Amerika’da havacılık-ve-uzay endüstrisi ülkenin askeri, sivil ve ticari uzay teknolojilerini geliştirerek büyümüş ve teknik olarak çok ileri yetenekler geliştirmiştir. Bunu sağlamak için ArGe projelerinde farklı bir sözleşme yöntemi uygulamış ve bu yöntem teknolojik ilerlemeyi kolaylaştıracak uygun ortamı sağlamıştır.
Amerika’da 1947 yılından önce havacılık alanında yapılan sözleşmelerde “sabit fiyat” metodu uygulanmaktaydı. Ana-yüklenici firma, önerilen proje için bir fiyat verir ve eğer verilen fiyat maliyetten farklı çıkarsa, karı da zararı da kendisi karşılardı. Ancak uzay teknolojileri ArGe özelliği taşıdığından ürün fiyatını önceden tahmin etmek zordur. En önemlisi tahmin edilse bile, yüklenici kendi karını korumak için fazla harcamadan kaçınarak, teknolojik gelişimin yavaşlamasına yol açabilir. Bu durum ise Soğuk Savaş döneminde Amerikan güvenliğini çok olumsuz etkileyebilirdi. Buna meydan vermemek için, Amerika 1947 yılında Defense Act yasasını çıkararak, ArGe projelerine “maliyet+kar” yöntemini getirmiştir. Bu yöntemde öncelik geliştirilecek ürünün ihtiyaçları karşılamasıdır. Ana-yüklenici proje için tahmini bir maliyet çıkarmakta ve proje sonunda maliyet tahmin edilenden farklı çıkarsa bu fark devlet tarafından karşılanmaktadır. Ana-yüklenici de projenin toplam maliyetinin belirli bir yüzdesini kar olarak almaktadır (yaklaşık yüzde 9 veya 10 civarı olduğu söylenmektedir). Bu şekilde firmaların kar kaygısının ortadan kalkması, teknolojik ilerleme için uygun ortamı sağlamıştır. Ancak önlem alınmazsa bu yöntemin önemli bir dezavantajı vardır. Eğer proje bütünü ile ana-yüklenicinin insiyatifine bırakılırsa, o zaman maliyet çok fazla artabilir. Bunu engellemek USAF proje yönetimi ofisi geliştirmiş ve gerektiğinde teknik danışmanlıklar alarak (ya da teknik uzmanları işe alarak) projeleri sıkı bir şekilde takip etmiştir. Bu şekilde aşırı maliyet artışlarını ve proje takvimindeki gecikmeleri önlemiştir.[63] Ancak tüm bu önlemlere rağmen geliştirilen teknolojinin çok kompleks olması ve/veya proje yönetimi hatalarından dolayı, pek çok projelerin takviminde uzamalar ve maliyet artışları görülmektedir. Bu da ileri teknoloji geliştirmenin doğasında varolan bir sorundur.

Amerikan uzay programında çıkarılabilecek bazı sonuçlar.
Amerika’da genel olarak sivil uzay çalışmaları politik, ekonomik, bilimsel, teknolojik gibi pek çok getirileri olduğundan (ya da bazılarında getirilerinin ne olduğu tam olarak belirli değildir) pek çok çıkar grubunun etkisinde kalmıştır. Özellikle politik hedeflerin öncelikli olduğu durumlarda, projelerin bilimsel misyonları zarar görmüştür. Buna karşın askeri uzay projeleri, net olarak belirlenen askeri ihtiyaçlar çerçevesinde geliştiğinden, sivil projelere göre politik etkilere daha az maruz kalmıştır. 
Amerika sivil ve askeri uzay projelerinde sayısız başarısızlıklar elde etmiş ve bu başarısızlıklardan ders alarak, bu günkü sistem mühendisliği ve proje yönetimini geliştirmiştir.  Ancak bu yönetim sistemleri tam uygulandığı halde, teknolojinin aşırı karmaşıklığı yeni başarısızlıklara ve facialara yol açmaya devam etmiştir. Yapılan araştırmalar bu başarısızlıkların nedeninin sadece teknik bir olay olmadığı, buna karşın asıl sorunun teknik hatayı meydana getiren yönetim aksaklıkları olduğunu saptamıştır. Bu sonuç en son Colombia kazası ile bir kez daha kesinleşmiş ve uzay projelerinin (özellikle operasyonel olanlarında) yönetimine yeni bir yaklaşım getirilmeye çalışılmaktadır. Bu yeni yaklaşımda kurumsal kültürün projelerin teknik gereksinimleri doğrultusunda iyileştirilmesi, kurum içi iletişimin güçlendirilmesi, hiyerarşik düzende kalite kontrol birimlerine bağımsız değerlendirme yapması için otorite verilmesi gibi öğeler yer almaktadır.
Sivil ve askeri uzay projelerinde geliştirilen teknolojilerin büyük bir çoğunluğu, havacılık-ve-uzay şirketleri tarafından üretilmiştir. Böylece sivil ve askeri teknolojiler arasında eşgüdüm sağlanmış; askeri amaçla geliştirilen bir teknoloji sivil alana, aynı şekilde sivil amaçla geliştirilen bir teknoloji askeri alana uygulanabilmiştir. Bu durum kaynakların verimli kullanımını sağlamıştır. Uzay firmalarının yanısıra üniversite ve araştırma kurumlarının, yeni uzay teknolojilerinin geliştirilmesinde çok büyük rolü olmuştur. Bu kurumlar, hem doğrudan teknik alanlarda çalışarak yeni teknolojiler geliştirmiş hem de ekonomik, politik, yönetim analizleri yaparak karar verici mekanizmaların dikkatlarini uzay problemlerine çekmiş ve çözüm önerileri getirerek, ülkenin uzay alanındaki toplam performansını artırmaya katkıda bulunmuştur.
Amerikan uzay programının bir diğer önemli özelliği askeri ve sivil projelerin ayrı ayrı yürütülmesidir. Sivil projeler Amerika’ya, özellikle Soğuk Savaş döneminde, büyük prestij kazandırırken, askeri askeri projeler de ülkenin güvenliğini güçlendirmiştir. Askeri ve svil çalışmaların ayrılması aynı zamanda bürokratik açıdan da işleri kolaylaştırmıştır.
Soğuk Savaş’a kadar projelerde milli güvenlik baş etken iken, Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından bu ana etkene bir de ekonomik faktörler eklenmiştir. Günümüzde Amerika’da uzayın ticari kullanımını yayınlaştırmak için özellikle özel sektörden yoğun ilgi vardır. Bu çabalar sonuçlarını verdiğinde, uzay turizmi gibi yeni sektörler de oluşmaya başlayacaktır.
Amerika 1966 yılında yürürlüğe giren U.S. Freedom of Information Act gereğince, gizlilik gerektiren askeri projeleri hariç diğer uzay çalışmaları hakkında yayınlanmış pek çok kaynak bulunmaktadır. Bu kaynakların kapsamlı bir şekilde araştırılarak, uzay çalışmalarında karşılaştıkları sorunların, yaptıkları hataları ve genel olarak aldıklar dersleri incelemek Türkiye’nin uzay çalışmaları için son derece faydalı olacaktır.




[1] Amerika’da roket çalışmaları ilk olarak Robert Goddard tarafından 1910’ların sonlarına doğru başlamıştır. Goddard, 1919 yılında Method of Reaching Extreme Altitudes ve 1936 yılında Liquid Propellent Rocket Development, adlı kitapları yayınlamıştır. Caltech’de yüksek lisans öğrencisi olan Frank Malina ise bu kitapları ve ardından Oberth ve Tsiolkovsky’nin yayınlarını okuyarak konuya yoğun ilgi duymuş ve bütünü ile kişisel merakla roket çalışmalarına başlamıştır. Daha sonra Amerikan ordusu için yaptığı roket çalışmaları ile bu günkü JPL kurulmuştur.
[2] Bakınız Bölüm 2.1.1.4 Çin Uzay Çalışmaları.
[3] William E. Burrows, This New Ocean (New York: Modern Library, 1998), s. 110-123.
[4] ABMA, NASA kurulduktan sonra, Marshall Space Flight Center olmuştur.
[5] Stephen B. Johnson, “Space Business,” Eligar Sadeh, Der., Space Politics and Policy: An Evolutionary Perspective, (Kluwer Academic Publishers, 2002), Bölüm 13.
[6] U.S., Peterson Air Force Base, Air Force Space Command, Air Force Space and Missile Pioneers, “Dr.Simon Ramo,” https://www.peterson.af.mil/hqafspc/history/ramo.htm. Ziyaret tarihi, 14 Aralık 2005.
[7] Stephen B. Johnson, “Management of Space Enterprise.” Ders Notları, UND Space Studies, 2003.
[8] S. Leghorn Richard ve Gregg Herken, “The Origins and Evolution of Openness in Overhead Global
Observations,”  John C. Baker, Kevin M. O’Connell and Ray A. Williamson, Der., Commercial
Observation Satellites: At the Leading Age of Global Transparency, (Santa Monica, Calif.: ASPR and
RAND, 2001), s. 17-33.
[9] WS: Weapon Systems’in kısaltmasıdır.
[10] Lockheed Martin, 1990’larda, Corona teknolojisini kullanarak, yüksek çözünürlüklü Ikonos uydusunu geliştirmiş; görüntülerini, kendisinin de kurucularından olduğu Space Imaging aracılığı ile dünyaya pazarlamıştır.
[11] Burrows, s. 174-175.
[12] Stephen B. Johnson, “Strategic Implications of Space,” Ders Notları, UND Space Studies, 2002.
[13] Burrows, s. 239,  272-273.
[14] İbid. s. 229-231.
[15] Peter L. Hays, “Transparency, Stability, and Deception: Military Implications of Commercial High-Resolution Imaging Satellites in Theory and Practice,” International Studies Association Annual Convention, Chicago, 21-24 Şubat 2001.
[16] Burrows, s. 232-233.
[17] Stephen B. Johnson, “The U.S. in Space: Cooperation and Coercion,” Policy Options, Nisan 2002, s. 57-63.
[18] İbid.
[19] İbid.
[20] “Air Force to Once Again Examine Alternatives to SBIRS,” Space News, 28 Temmuz 2005.
[21] Stephen B. Johnson, “Strategic Implications of Space.”
[22] Eligar Sadeh, “Space Policy and Politics,” Ders Notları, UND Space Studies, 2002.
[23] Federation of American Scientists, “ABM Treaty,”  http://www.fas.org/nuke/control/abmt/text/ abm2.htm.
[24] Business Report, Space News, 2 Haziran 2003.
[25] British American Security Information Counsil (BASIC) “A Question of Intent:
Missile Defense and the Weaponization of Space,” BASIC Notes, 1 Mayıs 2002.
[26] Paul B. Stares, The Militarization of Space: U.S. Space Policy, 1945-1984, (New York: Cornell University Press, 1985), s. 106-134.
[27] Burrows, s. 249-251.
[28] İbid., s. 251-255.
[29] Curtis Peebles, Hight Frontier: The United States Air Force and the Military Space Program, (Washington, D.C.: U.S. Government Printing Office, 1997), s. 73-74.
[30] İbid., s. 75-76.
[31] İbid., s.  74.
[32] Arms Control Association, “Weapons in Space,” http://www.armscontrol.org/act/2004_11/Krepon.asp. Ziyaret tarihi 18 Aralık 2005;  Leonard David, “Pentagon Report Calls for the United States Control of Space,” Space.Com News, 8 Ekim 2001. 
[33]NOAA, “National Polar-orbiting Operational Environmental Satellite ,” http://www.publicaffairs.noaa. gov/grounders/npoess.html. Ziyaret tarihi 14 Aralık 2005.
[34] Peebles, s. 74-79.
[35] Phil McAlister, “Satellite Statistics: Life After the Military,” Futron Corporation, 2005.
[36] David J. Thompson ve William R. Morris, “China in Space: Civilian and Military Developments,” Air War Collage, Maxwell Paper, No. 24, Ağustos 2001, s. 9.
[37] Burrows, s. 179-180.
[38] Sputnik’in sonuçları hakkında daha fazla bilgi için bkz. U.S. Information Agency, Office of Research and Analysis, “Impact of U.S. and Soviet Space Programs on World Opinion,” 7 July 1959, U.S. President’s Committee on Information Activities Abroad Records, 1959-1961.
[39] Amerika ayrıca, bir dizi eğitim ve kamu yasası çıkararak, kamu yönetiminde teknokrasiyi ön plana çıkarmış; eğitime ve araştırmaya daha çok bütçe ayırmış ve böylece sadece uzay değil, her alanda SSCB’nin önüne geçmeyi hedeflemiştir.
[40] Howard E. McCurdy, Inside NASA: High Technology and Organizational Change in U.S. Space Program, (Baltimore: Johns Hopkins University Press, 1994), s. 1-24.
[41] Burrows, s. 290.
[42] Stephen B. Johnson, The Secret of Apollo: Systems Management in American and European Space Programs, (Baltimore: Johns Hopkins University Press, 2002), s 81-115.
[43] Roger E. Bilstein, Stages to Saturn: A Technological History of  the Apollo/Saturn Launch Vehicles, (Washington, D.C.: NASA History Office, 1996), s. xi.
[44] David J. Whalen, “Communications Satellites: Making the Global Village Possible,” NASA History Division, http://www.hq.nasa.gov/office/pao/History/satcomhistory.html. Ziyaret tarihi 12 Ocak 2006.
[45] Joan Lisa Bromber, NASA and the Space Industry, (Baltimore: Johns Hopkins University Press, 1999), s. 75-113.
[46] Stephen B. Johnson, “Strategic Implications of Space.”
[47] John L. McLucas, Space Commerce, (Cambridge: Harvard University Press, 1991), s. 89-92
[48] Uzay Mekiği’nin yüklenicileri: “Orbiter ve main engine” Rockwell firması; “external tank” Martin firması, “solid propelled booster” Thiokol firması.
[49] Stephen B. Johnson, “Commercialization of Space,” Ders Notları, UND Space Studies, 2004.
[50] E. J. Sheffner, “The Landsat Program and Landsat Science,” Landsat Science Working Group, Marriott Greenbelt, 15 Ekim 1996.
[51] Joan Lisa Bromber, s. 6.
[52] Ann M. Florini ve Yahya Dehqanzada, “No More Secrets? Policy Implications of Commercial Remote Sensing Satellites,” Carnegie Endowment for International Peace, Global Policy Program, Project on Transparency, Working Paper, 1 Temmuz 1999.
[53] James P Lester ve Joseph Stewart, Public Policy: An Evolutionary Approach, (Minneapolis: West Publishing Company, 1996), s. 69-70.
[54] ISS’in hedefleri: Uluslararası işbirliği, NASA’ya yeni büyük bir proje kazandırmak, uzay bilimleri araştırması yapmak, insanlı uzay uçuşları araştırması yapmak ve Amerika’ya politik prestij kazandırmak.
[55] Stephen B. Johnson, “History of Space Age,” Ders Notları, UND Space Studies, 2003.
[56] Dan Goldin eski SDI/Birillant Pebbles projesi yöneticilerindendir. SDI’daki deneyiminden yola çıkarak faster, better, cheaper felsefesini geliştirmiştir.
[57] Bu konu hakkında daha fazla bilgi için bkz. Howard E. McCurdy, Faster Better and Cheaper, (Johns Hopkins University Press, 2003).
[58] NASA’nın yönetim aksaklıkları hakkında bilgi için bkz. Columbia Accident Investigation Board, Report Volumes I-VI, Ağustos 2003.
[59] “NASA Urged To Study Titan 4 Phase-Out For Lessons on How To Retire Shuttles,” Space News, 1 Mart 2005.
[60] Virginia Campbell, “How RAND Invented the Postwar World,” American Heritage Invention & Technology, 2004, s. 50-59.
[61] RAND Websitesi: http://www.rand.org.
[62] Bu şekil, Stephen B. Johnson, “Commercialization of Space,” Ders Notları kullanılarak hazırlanmıştır. Ayrıca, Amerika’nın uzayla ilgili bütün kurumlarını içermemektedir.
[63] Stephen B. Johnson, The Secret of Apollo: Systems Management in American and European Space Programs, s. Bölüm 2 ve Bölüm 3.

No comments:

Post a Comment